Psikoterapist Seçimi: Doğru Terapist Nasıl Seçilir?

Psikoterapiye başlamak hayatınızı değiştirebilecek önemli bir adım olabilir. Ancak doğru psikoterapisti seçmek birçok kişi için kafa karıştırıcı olabilir. Bu kararı kolaylaştırmanın yollarından biri, “Kime psikoterapist denir?” ve “Psikoterapist olabilmek için hangi eğitimlerden geçilmelidir?” sorularının yanıtlarını öğrenmektir. Bu yazımızda, psikoterapist seçimi sürecinde size rehber olabilecek bilgiler paylaşacağız.

Psikoterapist kime denir?

Psikoterapist unvanı, belirli bir lisans diploması ile alınmaz; belirli psikoterapi eğitimleri ve süpervizyon süreçlerini tamamlamış olmayı gerektirir. Türkiye’de çoğunlukla psikiyatristler, klinik psikologlar ve rehberlik ve psikolojik danışmanlık mezunları psikoterapist olarak çalışabilmektedirler. Bu unvanları almış olmak, uzmanların psikoterapist olarak çalışmaları için tek başına yeterli değildir. Bu uzmanlar en az bir psikoterapi ekolünde eğitimlerini tamamlamalarının ardından psikoterapist olarak çalışabilirler.

Psikiyatristler, tıp fakültesi mezunu olup, psikiyatri alanında uzmanlıklarını tamamlamış olan hekimlerdir. Günümüzde birçok üniversitenin psikiyatri uzmanlık eğitimi psikoterapi eğitimlerini de içermektedir. Ancak içermiyorsa, psikiyatristler güvenilir kurumlardan ya da uzmanlardan eğitim ve süpervizyon alarak psikoterapist olmanın gerekliliklerini yerine getirmektedir. Psikiyatristler öncül olarak medikal tedaviyi, yani ilaç ile tedaviyi gerçekleştirirler. Psikoterapi uygulayabilen meslek grupları içerisinde ilaç ile tedavi etme yetkisi sadece psikiyatri hekimlerindedir.

Klinik psikologlar ise edebiyat, fen-edebiyat ya da insan bilimleri gibi fakültelerin psikoloji bölümlerinde dört yıllık lisans eğitimlerini tamamlamalarının ardından bir üniversitenin klinik psikoloji yüksek lisans programını kazanmalı ve iki yıl süren bu eğitimi başarı ile tamamlamalıdır. Yüksek lisansını tamamlamasının ardından kişi klinik psikolog ünvanını alır. Bunun üzerine yine klinik psikolojide doktora eğitimini tamamlarsa bu kişi doktor klinik psikolog ünvanını alır. Klinik psikoloji lisansüstü eğitimlerinin tümünün içeriğinde en az bir psikoterapi ekolünde eğitim ve süpervizyon verilmektedir. Ancak, birçok klinik psikolog tek bir ekolle yetinmez ve kendisini birden fazla psikoterapi ekolünde geliştirir.

Psikolojik danışmanlar ise eğitim fakültelerinin rehberlik ve psikolojik danışmanlık bölümlerinde dört yıllık eğitimlerini tamamlayarak mezun olurlar. Kendi alanlarında yüksek lisans ya da doktora yaptıklarında, uzman ve doktor unvanlarını alırlar. Rehberlik ve psikolojik danışmanlık mezunu uzmanlar ya psikoloji biliminin bilgilerini eğitim alanında uygularlar ya da bireylerin, grupların ya da ailelerin psikolojik iyilik hallerini artırma yönünde danışmanlık hizmetleri sunabilirler.

Psikiyatristler, klinik psikologlar ya da rehberlik ve psikolojik danışmanlık mezunu olan tüm meslek gruplarındaki uzmanlar gerekli akademik ve bilimsel çalışmalarını tamamlamalarının ardından doçent ünvanı alabilirler.

Psikoterapiye başlamak isteyen kişiler hangi meslek grubundan uzman ile çalışacaklarına karar verdikten sonra bu uzmanların hangi okullardan mezun oldukları ya da tecrübeleri ile ilgili bilgileri göz önünde bulundurabilirler. Klinik psikoloji alanından bilgi vermek gerekirse, birlikte çalışmak isteyeceğiniz uzmanın YÖK ya da Türk Psikologlar Derneği tarafından akredite edilmiş, yani eğitim kalitesi belirli kriterleri karşıladığı onaylanmış olan bölümlerden mezun olması değerlendireceğiniz kriterlerden biri olabilir. Uzmanın yüksek lisansını ve doktorasını hangi üniversitede yaptığı ve eğitimi sırasında klinik psikoloji alanında nitelikli akademisyenlerden eğitim alıp almadığı bir diğer önemli faktör olabilir. Psikoterapi hizmeti almaya başlamanız halinde birlikte çalışmaya başladığınız uzmanın diplomasını sorgulamaktan lütfen çekinmeyiniz. Ülkemizde sahte psikolog vakalarının azımsanmayacak sıklıkta görüldüğünü unutmayınız.

Hangi psikoterapi yönelimini tercih etmeliyim?

Psikoterapiye başlamak isteyen kişiler, hangi meslek grubundan uzman ile çalışacaklarına karar verdikten sonra, bu uzmanların hangi psikoterapi ekolü ile terapi yürüttükleri ve tecrübeleri ile ilgili bilgileri göz önünde bulundurabilirler. Psikodinamik terapi, bilişsel davranışçı terapi, şema terapi, Gestalt terapi, varoluşçu terapi, şefkat odaklı terapi, kabul ve kararlılık terapisi gibi terapi yöntemleri etkinlikleri kanıtlanmış psikoterapi yaklaşımlarıdır. Bu yöntemler ile ilgili internet siteleri üzerinden paylaşılan bilgileri okuyabilir ya da videolar izleyerek gerekli bilgileri edinebilirsiniz. Bu noktada unutmamalısınız ki alanında yetkin olan birçok uzman birden fazla ekolde eğitim ve süpervizyon almıştır.

Doğru Psikoterapisti Seçmek İçin İpuçları

Psikoterapistinizin eğitimini ve süpervizyon süreçlerini kontrol edin: Uzmanın YÖK veya Türk Psikologlar Derneği tarafından akredite edilmiş bölümlerden mezun olup olmadığını kontrol edin. Uzman yurtdışından eğitim aldığını ifade ediyorsa, eğitim aldığını belirttiği üniversite ve bölümün YÖK tarafından denkliğinin olup olmadığını kontrol edin.

Deneyim: Uzmanın kaç yıldır psikoterapi yaptığını ve hangi alanlarda uzmanlaştığını öğrenin.

Psikoterapi ekolüne karar verin: Hangi ekolün size daha uygun olduğunu belirlemek için psikoterapi yöntemleri hakkında araştırma yapın.

İlk Görüşme: Birçok psikoterapist ilk görüşmeyi tanışma ve beklentileri belirleme amacıyla yapar. Bu görüşmede sormak istediklerinizi hazırlayın.

Doğru psikoterapisti seçmek, psikoterapiye başlama sürecinde önemli bir adımdır. Bu nedenle, eğitim, deneyim ve uygulanan psikoterapi ekolü gibi kriterleri göz önünde bulundurmanız, sürecin daha sağlıklı ilerlemesini sağlar.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım

Sınav Kaygısı: Nedir, Nasıl Deneyimlenir ve Başa Çıkma Yolları

“Sınava girdiğimde tüm bildiklerimi unutuyorum sanki”

“Sınav anında o kadar kaygılanıyorum ki, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor”

“Ne kadar çalışırsam çalışayım, sınav anındaki kaygım başarılı olmamı engelliyor”

Bu cümleler sınav kaygısı (anksiyetesi) yaşayan kişilerden sıklıkla duyduğumuz ifadelerdir. Hepimizin bildiği üzere sınavlar, mesleğimizi belirleme ya da işe alınma gibi durumlar açısından hayatımız için son derece kritik öneme sahiptir ve sınav anında aşırı kaygılanmak başarımızı düşürme potansiyeline sahip olduğu için yaşam kalitemizi de düşürme olasılığı mevcuttur. Kaygı ile ilgili olan bu dördüncü yazımızda sınav kaygısına değineceğiz. Sınav kaygısı, bireyin akademik performansını etkileyen yoğun endişe, korku ve baskı hissi olarak tanımlanabilir.

Sınav sırasında yaşadığınız kaygı normal mi, anormal mi?

Kaygı ile ilgili daha önceki yazılarımızda kaygının aslında normal bir duygu olduğunu, bizleri bilinmeyen karşısında hazırlıklı olmak üzere uyarma fonksiyonuna sahip olduğunu belirtmiştik. Kaygı düzeyleri çok düşük olduğunda bireyler düşük motivasyona sahip olacak ve muhtemelen bu durum, düşük performansa yol açacaktır. Ortalama düzeyde bir kaygıya sahip olduklarında, bu kaygı bireylerin odaklanmasını ve motive olmasını sağlayarak muhtemel en iyi performansı beraberinde getirecektir. Yoğun ve kontrolsüz bir kaygı ise bireyin odaklanmasını engelleyecek ve düşük performansı beraberinde getirecektir.

Sınav Kaygısı Nasıl Deneyimlenir?

Sınav kaygısını her birey farklı şekillerde deneyimleyebilir. Ancak genel olarak şu belirtiler görülebilir:

• Fiziksel belirtiler: Kalp çarpıntısı, terleme, mide rahatsızlıkları, baş ağrısı, titreme.

• Duygusal belirtiler: Endişe, korku, huzursuzluk, hayal kırıklığı, başarısızlık hissi, kendine güvende azalma.

• Bilişsel belirtiler: Odaklanma güçlüğü, kendini sabote eden düşünceler (“Başarısız olacağım.”).

• Davranışsal belirtiler: Kaçınma davranışları, sınavdan önce ders çalışmaktan uzak durma veya tam tersi aşırı çalışma ve kendini tüketme.

Sınav anında neden kaygılanırız ve kimlerde sınav kaygısı daha fazla görülür?

Belirsizlik insanlarda kaygı yaratır. Yaşadığımız durum ne kadar belirsiz ise, yaşayacağımız kaygı o derece yoğun olabilir. Sınavlar doğası gereği çoğunlukla belirsizdir ve “Acaba ne ile karşılaşacağım?” sorusu doğal bir şekilde kaygıyı beraberinde getirir. Ayrıca, biraz önce de belirtildiği üzere ortalama bir kaygı daha iyi performans sergilememiz için fonksiyoneldir. Bu kaygı, daha dikkatli çalışmamıza ve sorumluluklarımızı yerine getirmemize neden olur. Ancak, bazı kişiler “Benim gibi bütün arkadaşlarım sınava hazırlanıyor ancak kimse benim kadar kaygılanmıyor, ben neden bu kadar kaygılanıyorum?” sorusunu soruyor olabilir. Bu soruya verilebilecek tek bir yanıt bulunmamaktadır. Birçok psikolojik olguda olduğu gibi sınav stresinin kimlerde daha yoğun olacağını etkileyen birçok farklı etmen vardır. Ancak, en temelde bireylerin sınavı ne kadar belirsiz ve ne derece tehdit olarak algılıyor oldukları kaygılarının derecesini belirlemektedir. Kişilerin sınavı ciddi bir tehdit olarak algılamalarına ve yoğun sınav kaygısı hissetmesine neden olan etmenlerin bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Aile ve Çevresel Beklentiler: Aile, öğretmenler veya çevrenin yüksek akademik beklentileri öğrencinin üzerinde büyük bir baskı oluşturabilir.
  • Mükemmeliyetçilik: Kendi kendine koyduğu yüksek standartlar nedeniyle kişi hata yapmaktan aşırı derecede korkabilir.
  • Olumsuz Geçmiş Deneyimler: Daha önce başarısız olduğu sınavlar, bireyin yeni sınavlara dair kaygısını artırabilir.
  • Özgüven Eksikliği: Bireyin kendi yeterliliklerine dair olumsuz inançları sınav kaygısını tetikleyebilir.
  • Sınava olduğundan fazla anlam yükleme: Sınavı, kişisel değeri, geleceği veya başkalarının beklentileriyle ilişkilendirdiğinde, sınav kişiyi yoğun bir şekilde kaygılandırabilir.
  • Yetersiz Hazırlık: Zaman yönetimi eksikliği veya verimsiz çalışma yöntemleri sınava yaklaşırken kaygıyı artırabilir.
  • Genetik Yatkınlık: Birey genetik olarak kaygıya yatkın bir yapıya sahip olabilir.

Sınav kaygısı ile baş etmek için neler yapılabilir?

  • Sınav sırasında bir miktar kaygılanmanın normal olduğunu, hatta performansınızı olumlu etkileyebileceğini unutmayın. Amacınız hiç kaygı hissetmemek olmamalıdır.
  • Sınavlar sırasında aklınızdan geçen düşünceleri yakalamaya çalışın. Sürekli “Başarısız olacağım”, “Eğer başarısız olursam ailem hayal kırıklığına uğrar.” gibi olumsuz düşüncelere sahipseniz bunlar üzerine çalışmanız ve daha gerçekçi olanlar ile değiştirmeniz yararınıza olacaktır.
  • Olabildiğince fazla deneme sınavı çözmeye çalışın. Sınavın belirsizliğini ne kadar azaltırsanız, kaygınız o derece azalacaktır.
  • Gevşeme tekniklerini öğrenerek kaygınızı azaltmak üzerine çalışabilirsiniz.
  • Bedeninize iyi bakın: Düzenli beslenme, yeterli uyku ve spor gibi etmenler fiziksel iyi olma halinizi de zihinsel sağlığınızı da olumlu etkiler.
  • Kendinize gerçekçi hedefler belirleyin: Kendinize ulaşılabilir hedefler koyarak, “mükemmel olmalıyım” baskısından kurtulabilirsiniz.
  • Sınavda başarılı olmanız ya da olamamanız durumlarının her biri için eylem senaryoları hazırlayın. “En kötü durumda kalırsanız nasıl baş edersiniz? Neler yaparsınız?” sorularının cevapları üzerine düşünün. Böylelikle sınav ve sınav sonrasının belirsizliği azalacaktır.
  • Kendinizi tanımak üzerine çalışabilirsiniz. Sınav kaygısı ile baş etmede ilk ve en önemli adım kendiniz ile ilgili farkındalığınızı artırmaktır. Bu elbette her zaman çok kolay olmasa da, üzerinde durduğunuzda ilerleme kaydedebilirsiniz. Farkındalığınızı artırmak için kendinize “Benim için başarı ve başarısızlık ne ifade ediyor?”, “Bu sınavın benim için anlamı ne?”, “Sınavda başarısız olursam ne olur?”, “Başarısızlıkla nasıl baş edebilirim?”, “Başarı ile ilgili şimdiye kadar neler öğrendim, neleri modelledim?”, “Kendimi başarılarım/başarısızlıklarımdan bağımsız olarak değerli hissediyor muyum? Yoksa değerimi başarılarım ile mi ilişkilendiriyorum?” şeklinde sorular sorarak kendinizi derinlemesine tanıyabilirsiniz.
  • Profesyonel Destek Alın: Kaygınız günlük yaşamınızı olumsuz etkiliyorsa ve tüm bu listelenenleri yapmanıza rağmen kaygınızı azaltamıyorsanız bir uzman desteği almak faydalı olabilir. Hem ilaç hem psikoterapi desteği durum ile baş etmenizi kolaylaştıracaktır.

Sınavlar ve benzer değerlendirmeler birçok kişinin yaşamında sıklıkta yer almaktadır. Sınav kaygısı bireylerin yaşam kalitesini ciddi anlamda düşürebilir. Bireyin kendisini tanıması, duygularını anlaması ve yönetmesi akademik ve kişisel gelişim için oldukça önemlidir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım – Ankara

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Psikoterapiye başlama kararı birçok kişi için hem heyecan verici hem de kaygı uyandırıcı bir deneyim olabilir. Bu nedenle genellikle psikoterapiye başlamak çok kolay verilebilen bir karar değildir. Bu süreçte kişilerin aklına “Terapiye gerçekten ihtiyacım var mı?” ya da “Terapiye gitmeli miyim?” gibi sorular gelebilmektedir. Bu yazımızda psikoterapinin ne olduğu, psikoterapiden ve psikoterapi ilk seansından ne beklemeniz gerektiği ile ilgili bilgilere değinilecektir.

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Bu soruya verilecek ilk cevap şudur: Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir. Psikoterapiye başlamak için illa ki belirli belirtilere sahip olmanız gerekmemektedir. Hiçbir psikolojik sıkıntınız olmasa bile sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak, zorluklarla baş etme becerinizi geliştirmek ve psikolojik gücünüzü artırmak için de psikoterapist desteği alabilirsiniz. Ancak, popüler kültürde karşılaşılan “Herkesin bir psikoterapisti olmalı.” gibi söylemlerin çok da doğru olmayabileceği unutulmamalıdır. Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir ama herkes psikoterapi almak durumunda değildir. Bunun dışında ise, kendinizi uzun süredir her zamankinden daha üzgün, mutsuz, öfkeli ya da kaygılı hissediyor ve bununla baş edemediğinizi düşünüyorsanız, ilişkilerinizde hep benzer ve size iyi gelmeyen örüntüler fark ediyorsanız, kendinizi çok yorgun hissediyor ve bir şeyler yapmak için eskisi gibi motive olamıyorsanız, yaşadığınız psikolojik sıkıntılar ilişkilerinizde, iş ve okul yaşamınızda, kişisel bakımınızda düşüşe neden olduysa bir uzmandan yardım almanız sizin için oldukça faydalı olacaktır.

Psikoterapiden ne beklemeliyim?

Psikoterapi, kişilerin kendilerini duyguları, düşünceleri, davranışları açısından daha iyi tanımalarına, problem çözme becerilerini geliştirmelerine ve yaşamlarında olumlu değişimler yapmalarına yardımcı olan profesyonel bir destek sürecidir. Psikoterapiden ne beklemeliyim sorusunu yanıtlarken “Psikoterapiden ne beklememelisiniz?” sorusuna yanıt vermek gereklidir. Psikoterapiden sihirli bir değnek beklememelisiniz. “Psikoterapistiniz size bazı bilgiler verecek ve siz bunu duyduğunuzda ya da uyguladığınızda yaşadığınız problem birden birde ortadan kalkacak” şeklinde bir senaryo psikoterapi için gerçekçi değildir. Psikoterapi hızlı çözümler ve anında bir iyileşme sunmaz.

Bir diğer önemli konu tavsiyeler ile ilgilidir. Psikoterapistiniz sizin adınıza karar vermez, tavsiyeler sunmaz ve problemlerinizi çözmez. Psikoterapistiniz size hiçbir zaman “Partnerinizden ayrılmalısınız.” ya da “İşinizi değiştirmelisiniz.” şeklinde tavsiyeler vermez. Ancak, bu kararlara varmanız gerekiyorsa, sizin yanınızda olarak, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı daha iyi anlamanız konusunda sizi teşvik eder, seçeneklerin sonuçlarını görmeniz ve değerlendirebilmeniz için esnek düşünme yollarını öğretir ve sonuç olarak kendi kararınızı vermeniz konusunda sizi destekler.

Psikoterapiye başladığınızda her seanstan “rahatlamış, mutlu, huzurlu” çıkmanız çok gerçekçi değildir. Psikoterapi süreci bazen oldukça zorludur. Çünkü, kendinizle ilgili daha önce fark etmediğiniz yönleriniz ile yüzleşmek, derin duygusal konuları keşfetmek, değişim için her zamankinden farklı adımlar atmak çoğunlukla zorlayıcıdır. Ancak bu zorluk, ardından gelecek olan büyüme ve iyileşme için son derece gereklidir.

Psikoterapi sürecinde terapistiniz sizi yargılamaz ya da eleştirmez. Anlattığınız her şey sizi daha iyi tanımak, zorlandığınız noktalara ışık tutmak ve gelişmeyi ve iyileşmeyi sağlamak için kullanılır.

Peki, psikoterapiden neler beklemeliyim? Öncelikli olarak psikoterapinin bir süreç olduğunu, bu süreçte psikoterapistiniz ile kurduğunuz güvenli ve yargılanmadığınız bir ilişki içerisinde kendinizi derinlemesine anlamak üzerine çalışacağınızı akılda bulundurabilirsiniz. Terapide, psikoterapistinizin ekolüne göre farklılaşmakla birlikte duygularınız, düşünceleriniz, davranışlarınız, düşüncelerinizin altında yatan şemalarınız, ilişkilerinizdeki kalıplar ve dinamikler, geçmiş yaşantılarınızın tüm bunlar üzerindeki etkileri gibi konuları keşfederek kendinizle ilgili içgörünüzü arttırırsınız. Bu farkındalıklar ile birlikte sizi psikoterapiye getiren problemlerinizin nereden kaynaklandığı aydınlanacaktır. Bu noktada, psikoterapistiniz sahip olduğu eğitimin getirdiği yöntem ve uygulamalar ile problemlerinizi çözme konusunda size destek olacaktır.

Psikoterapide gelişimin her zaman doğrusal olarak ilerlemediği ya da sürecin herkes için tıpa tıp aynı ilerlemediği akılda bulundurulmalıdır. Psikoterapi sürecinde kendinizi keşfetmek için motivasyona ve farkındalıklara erişimin ardından sorumluluk almaya ihtiyacınız olduğunu ve değişim için aksiyon almanız gerektiğini unutmamalısınız.

İyi bir psikoterapi süreci sonunda, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı derinlemesine tanıdığınız, problemler ile baş etme kapasitenizin geliştiği, kendinizi iyi ve geliştirebilir yanlarınız ile kabul ettiğiniz, sınırlarınızı fark ettiğiniz ve koruyabildiğiniz, esnekliğinizi ve psikolojik dayanıklılığınızı arttırdığınız bir hal ile psikoterapiden ayrılırsınız.

Psikoterapi ne kadar sürer?

Bu soruya verilebilecek net bir yanıt yoktur. Sorunun doğasına ve çalışılan psikoterapi yaklaşımına göre süreler farklılaşmaktadır. Örneğin, psikanalitik terapi, bilişsel davranışçı terapiye göre çok daha uzun süreler devam etmektedir. Sınav kaygısı üzerine çalışmak, kalıplaşmış ilişki problemleri ya da travmatik deneyimler ile çalışmaktan çok daha kısa sürmektedir. Bununla birlikte pek çok danışan 8-10 seans gibi sürelerde belirgin değişimler görmeye başlamaktadır. Ancak, tam ve kapsamlı bir gelişim genellikle 1-2 yıl ya da daha uzun bir süre alabilmektedir. Bu noktada, psikoterapinin ne kadar süreceğine verilebilecek en net cevap, bu sürenin kişinin değişim ve gelişim için ne kadar kaynak ayırmak ve emek vermek isteyeceği ve yaşadığı problemden ne kadar rahatsız olduğu ile ilişkili olduğudur.

İlk seansta neler beklemeliyim?

Psikoterapinin ilk seansı sizi ve psikoterapisti tanıştıran ilk adımdır. İlk seans sizi tanımak üzerine şekillenecektir. Danışanı tanıma tabi ki yalnızca bir seans ile sınırlanabilecek bir şey değildir. Ancak ilk seansın tamamı bunun üzerine yapılandırılır. “Sizi psikoterapiye başvurmaya yönlendiren ana etmen nedir?, “Psikoterapiden beklentileriniz nelerdir?” gibi konuların tümü ilk seansta ele alınır. Seansta sizi psikoterapiye yönlendiren nedenlerin detaylı bir şekilde ele alınmasının yanı sıra sizi tanıma üzerine de sorular sorulacaktır. Psikoterapi ekolünün ve başvuru yaptığınız problemin doğasına göre değişmek ile birlikte genellikle aile geçmişiniz, ilişkileriniz, iş ve okul yaşantınız, yaşamınızdaki önemli olaylar, şu anki duygu durumunuz ile ilgili bilgiler genellikle ilk seansta alınır. Bu paylaşım kendinizi ne kadar rahat hissederseniz o derinlikte olabilir. İlk seanstan tüm detayları vermek isteyebilirsiniz ya da istemeyebilir ve daha rahatladıkça ileriki seanslarda detaylandırabilirsiniz.

İlk seansta üzerinde durulacak bir diğer konu psikoterapi hedeflerinizdir. “Psikoterapiden beklentileriniz neler?”, “Psikoterapi süreci sonlandığında nelerin şu andan farklı olmasını istiyorsunuz?” gibi sorular üzerinde durulabilir. Eğer hedefleriniz psikoterapinin yapısı ile ya da psikoterapistinizin ekolü ile uyumlu değil ise psikoterapist sizi hedefleriniz ile daha uyumlu bir uzmana ya da kaynağa yönlendirebilir ya da psikoterapinin ve kendi ekolünün hedeflerini sizinle paylaşır ve siz bunu uygun bulursanız birlikte psikoterapi sürecine başlama kararı verebilirsiniz.

Psikoterapiye başvurma nedeniniz ve sizi tanıma kısımlarının dışında psikoterapistiniz sizi psikoterapinin kuralları ve özellikleri ile ilgili bilgilendirecektir. Seanslarda sizden neler beklediği, ne sıklıkta görüşeceğiniz, terapinin gizlilik sınırları gibi konularda sözlü ya da yazılı olarak bilgilendirme ilk seansta gerçekleşir.

Tüm bunların ötesinde temelde, ilk seans güvenli ilişki kurmanın başlangıcıdır. Psikoterapi süreci, danışan ile psikoterapist arasındaki ilişki ne kadar sağlam ve sağlıklı kurulursa o kadar olumlu ilerleyecektir ve ilk seans bu sürecin başlangıcını temsil eder. Kendinizi bir yabancıya açmak zorlayıcı görünebilir, ancak bu süreç zamanla daha kolay ve doğal hale gelecektir. İlk seans bu zorlanmayı aşmak için bir adımdır. Zamanla psikoterapistiniz ile aranızdaki ilişki güçlenecek, kendinizi daha rahat hissedecek ve aldığınız faydanın arttığını fark edeceksiniz.

Eğer psikoterapiye başlamayı düşünüyorsanız, bu, kendiniz için atacağınız en anlamlı adımlardan biri olabilir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım

Yeni Yıl Hediyesi Öz Şefkat

Bu yıl kendinize yeni yıl hediyesi olarak öz şefkat sunmaya ne dersiniz? Yeni yıl yaklaşırken bitirmek üzere olduğumuz yılın değerlendirmesi yapılıyor. “Geçen yılbaşında da spor yapacağım diye karar almıştım. Yine yapamadım. Bu yıl kesin her gün yürüyeceğim.”, “Hani bu yıl sağlıklı besleneceğim diye kendime söz vermiştim! Yine vazgeçemedim şekerli içeceklerden, tatlılardan, glütenden.”, “Ufak ufak da olsa birikim yapmayı planlamıştım. Bırak birikim yapmayı, bir de üstüne borçlandım.”, “Yine az kitap okudum. Bu yıl daha çok kitap okuyacağım.” Liste uzayıp gider. Hepsinin ortak özelliğini fark ettiniz mi? Hepsinde eleştiri var. Bir de üstüne bu yıl yapamadığımızı önümüzdeki yıl yapmak üzere kendimize daha fazla yükleniyoruz. Tanıdık geldi mi bu durum? Ne yazık ki kendimiz için yaptığımız bu olumsuz değerlendirmeler bize hiç iyi gelmiyor. Öz saygımızı, kendimize olan inancımızı, umudumuzu zedeliyor. Peki, ne yapacağız? Bu noktada sizi öz şefkatle tanıştırmak istiyorum.

Pek çoğunuz öz şefkati duymuşsunuzdur. Ancak anlam olarak neye karşılık geldiğiyle ilgili karışıklıklar olabilir. Bazı insanlar öz şefkatin kendini sevmek, kendine iyi davranmak, kendini pohpohlamak, kendine acımak gibi anlamlara karşılık geldiğini düşünebilir. O nedenle önce kavram olarak şefkat ve öz şefkati tanıtacağım. Şefkat ve öz şefkatin kökeni Budizm’e dayanmaktadır. Şefkat acının varlığında ortaya çıkar ve şahit olunan bu acıyı dindirme isteği uyandırır. Yani, birine durduk yere sarılıp sevgi göstermeniz şefkat değildir. Şefkat diyebilmemiz için o kişinin çektiği acıya şahit olmamız ve bunu dindirme isteği duymamız gerekiyor. Öz şefkat ise aynı şekilde sadece kendimizi sevmek değildir. Kendi acımızı olduğu haliyle görmek ve bunu dindirmek için adım atmaktır. Bu bağlamda öz şefkat üç bileşenden oluşmaktadır: kendi acımızı olduğu haliyle görebilmek için farkındalık, acı çekme deneyiminde yalnız olmadığımızı, bizim gibi diğerlerinin de acı çektiğini hatırlamamız için ortak insanlık duygusu ve kendimize ihtiyacımız olanı verebilmemiz için öz nezaket.

Peki, neden sürekli eleştirerek kendimizi ızdırabın içine çekiyoruz? Kendini eleştirmeyi, yüksek standartlar belirlemeyi pek çok insan kendini korumanın bir yolu olarak görür. Yetiştirilirken öyle öğrenmiş olabilirsiniz. “Hata yaparsanız eleştirilirsiniz.”, “Hata yaparsanız sevilmezsiniz.”, “En iyisi olmazsa bir şeyi yapmış olmanın ne anlamı var ki!” Bu bağlantıları kurarak büyümüş bir çocuk için o iç ses sürekli kendisini tetikte tutan bir uyarıcı görevi görür. Bu nedenle çoğu insan eleştirel iç sesinden rahatsız olsa da bunun kendisini koruduğunu düşünerek ondan vazgeçemeyeceğini söyler. Tüm yükü de ebeveynlere yüklemeyelim. Bazen de yaşanan travmatik olaylar sonucu kişi sorumluluk hissedebilir. Bu tarz durumlarda “Daha dikkatli olsaydım böyle olmazdı.”, “ Bunu akıl etseydim başıma bu gelmezdi.”, “Her detayı düşünmediğim için bunlar yaşandı.” gibi inançlar gelişebilir. Bireyler tekrar kötü bir deneyim yaşamamak için her şeyi kontrol edip mükemmel yapmaya çalışır. Tabii bu durum da yine kendilerinde ızdırap yaratır. Bir de elbette sosyal medya etkisi var. Bildiğiniz gibi sosyal medyada herkes yediğini, içtiğini, gezdiğini, giydiğini, nasıl eğlendiğini, nasıl yeni başarılara imza attığını, her şeyin nasıl da mükemmel olduğunu paylaşıyor. Bunlara şahit olan insanlarda bu paylaşımlar “Vay bee, millet ne hayatlar yaşıyor!” algısı yaratabiliyor. Kim bilir o başarıları elde edebilmek için kaç gece uykusuz kaldı, o tatile gittiği ya da o çantayı aldığı için ne kadar süre borç ödeyecek! Arka planını hiç bilmiyoruz ama bize yansıtılan kısım mükemmel göründüğü için sanki biz de öyle olmalıymışız gibi bir algı oluşuyor ve bu durum eleştirel iç sesi besliyor.

İşe yarıyor mu bu eleştiriler diye hiç düşündünüz mü? Danışanlarımdan sık duyduğum bir ifadedir: “İç sesim beni eleştirdiği için bu kadar çalışıyorum. Başarımı ona borçluyum.” Sürekli olarak size “Hadi bak şu an zaman kaybediyorsun, burada oturmak yerine 2 sayfa daha okuyup çalışabilirdin. Burada keyif çattığın için sınavda başarısız olacaksın/yarınki toplantıya raporları yetiştiremeyeceksin.” diyen birinin verdiği motivasyon ne kadar etkili olabilir? Burada işe yarayan tek şey korku. İç sesinizin dediklerini yapmadığınız durumda karşılaşabileceklerinizden kaçınmak için iç sesinizi dinliyorsunuz. Ancak ne yazık ki, biraz zorlandığınızda bu durum kaygınızı tetikleyip sizin normalde gösterebileceğiniz performansın daha altında bir performans göstermenize sebep olabilir. Bu durum zaman içerisinde kendinize olan güveninizi düşürebilir ve benlik değerinize zarar verebilir. En ufak bir başarısızlık veya beklenenin altında bir performans, eleştirel iç sesi haklı çıkarıp desteklediği için bir sonraki görevde onun sesinin daha çok çıkmasına, dolayısıyla sizin daha fazla kaygılanmanıza sebep olabilir. Görüldüğü gibi eleştirel iç sesinize borçlu olduğunuz şey başarınız değil, kaygınız, düşük benlik değeriniz ve öz güveniniz. Şimdiye kadar elde ettiğiniz başarıları ise eleştirel iç sese rağmen işlevselliğini sürdürebilmiş olan kendinize borçlusunuz.

O zaman gelelim öz şefkate. Derslerde öz şefkatin yararlarını anlatmaya başlamadan önce öğrencilerimle öz şefkate karşı tutumları hakkında konuşurduk. “Hocam, öz şefkatim çok yüksek olursa ben yataktan çıkıp okula gelemeyeceğim için okulu bitiremezdim.” diyen bir öğrencim olmuştu. O zaman da Öz Şefkatli Farkındalık Programı’nın geliştiricileri Germer ve Neff’in verdiği örneği paylaşmıştım. Bir anne çocuğunun mutlu olmasını ister ve dondurma yemesine izin verir. Ama istediği kadar ya da sürekli dondurma yemesine izin vermesi çocuğun sağlığını bozacağı için şefkatli bir anne dondurma tüketimini sınırlayıp sebzelerini de yemesini ister. Bu durum çocuğun aşırı dondurma tüketimine bağlı olarak uzun ya da kısa vadede yaşayabileceği sağlık sorunlarının da önüne geçmiş olur. Yani, yataktan çıkmayıp okula gelemediği için mezun olamayan bir öğrenci için bu durum daha fazla ızdıraba neden olacağından öz şefkat o öğrencinin yataktan kalkıp belki uzun bir yol gidip yine de okula ulaşmasını sağlayacaktır. Öz şefkat bizi tembelleştirmez. Aksine iyiliğimize olan durumlar için bizi harekete geçirir. Bir diğer yanlış varsayım hata yaptığımız zamanlarla ilgili. Hata yaptığımızda öz şefkatimiz daha yüksek diye “Amaan, olur öyle.” demeyiz. Çünkü öz şefkat hatalarımızın sorumluluğunu almamız için de bize güvenli bir alan sağlar. O noktada yapılması gereken bir şey varsa bizi buna yönelik motive eder. Eleştirel iç sese dönecek olursak, az önce de belirttiğim gibi sert eleştiri korkuyu da beraberinde getirir ve özgüvenimizi zedeler. Ancak öz şefkatimiz yüksek olduğunda kendimize değer verdiğimiz için motive oluruz, çünkü tam potansiyelimize ulaşmak isteriz. Her iki durumda da standartlar yüksek, değil mi? Ama öz şefkatin yüksek olduğu durumda başarısız olsak da kendimizi cezalandırmayız, sözlerimizle dövmeyiz. Potansiyelimizin zaten farkında olduğumuz için başarısızlık durumunda tekrar çabalamaya devam ederiz. Öz şefkatin hataya da yer açtığını belirtmiştim. Öz şefkati yüksek insanlar hata yapmaktan o kadar da korkmadıkları için denemekten de korkmazlar. Dolayısıyla başarıya ulaşma olasılıkları da artar.

Hala eleştirel iç sesin çok gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Tabii ki denemeden bilemezsiniz. Bunun için günlük hayatınıza adapte edebileceğiniz küçük iki önerim olacak. Öncelikle eleştirel iç sesin konuşmaya başladığını fark ettiğiniz an onu durdurun. “Benim iyiliğimi düşündüğünü biliyorum. Ama bu tavrın bana iyi gelmiyor ve beni daha çok strese sokuyor.” deyip sizin yerinizde çok sevdiğiniz bir arkadaşınız olsa, ona nasıl tepki verirdiniz diye kendinize sorun ve kendinize bu tavırla yaklaşmayı deneyin. İkinci önerim de şefkat günlüğü. Her gün sizi zorlayan olayları not alın ve fırsatınız olduğunda detaylı olarak olayları öz şefkatin üç bileşenine odaklanarak yazın. Farkındalık aşamasında yapmanız gereken olanı olduğu gibi yazmak, küçümsemeden ya da abartmadan, olduğu haliyle. Bitirmekte olduğumuz yılın değerlendirmelerine bir örnek verecek olursak, bir kişi farkındalık aşaması için şunları yazabilir: “Bu yılın başında daha sağlıklı besleneceğime, bedenime daha iyi bakacağıma dair kendime söz vermiştim ama sözümü tutamadım. Hala şekerli yiyecekler, içecekler tüketiyorum, glütenden vazgeçemiyorum. İradesiz olduğumu düşündüğüm için kendimden utanıyorum.” Ortak insanlık duygusu aşamasında yapmamız gereken kendimize bizim de insan olduğumuzu hatırlatmak. Bu aşamada durumun sebeplerini, nasıl bu istemediğimiz davranışı sürdürdüğümüzü de yazabiliriz. “İnsanların birçoğu, zaman zaman aldığı kararları uygulayamayabilir. Bu çok insani bir durum. Karar alırken nelerle karşılaşacağımızı bilmeden karar alıyoruz. Hayat bazen bize sürprizler sunabiliyor. Bu yıl da benim için çok zor bir yıldı. Sevgilimden ayrıldım/büyükannemi kaybettim/iş değiştirdim/yeni bir şehre-ülkeye taşındım. Bu çok stresli bir deneyimdi. Beslenme düzenini değiştirmek kolay bir şey değil. Çoğu zaman bu kadar üzüntü ve stresin arasında bir de ne yemek yiyeceğimi düşünmek istemedim, buna hiç gücüm yoktu. Koşullarım daha farklı olsaydı belki hedefime ulaşabilirdim.” Son olarak, öz nezaket aşamasında tıpkı bizim yerimizde olan bir arkadaşımıza yaklaşacağımız şekilde kendimizle konuşmaya devam ediyoruz: “Olabilir, bu yıl beslenme düzenini değiştirme konusunda başarısız olmuş olabilirsin. Bu dünyanın sonu değil. Kolay şeyler yaşamadın. Şimdi önünde yeni bir yıl var. Bu yıl elinden geldiğince bu konuda adım atabilirsin. Belki köklü değişiklikler yerine daha ufak adımlarla başlayabilirsin. Birden şekeri kesmek yerine önce şekerli içecekleri kesmeyi deneyebilirsin. Attığın küçük adımlarda başarılı olduğunu görmek seni diğer aşamalar için motive edecektir.”

Biten yılın muhasebesini yaparken kendinize böyle bir yerden, şefkatle yaklaşmayı deneyin ve yeni yıl için hedeflerinizi belirlerken de şefkatli olun. Ulaşılabilir, göz korkutmayan hedefler olmasına dikkat edin. Belki bu yılki hedefleriniz arasına öz şefkatinizi geliştirmeyi de ekleyebilirsiniz. Öz şefkatiniz geliştikçe kendinize daha iyi davranmaya başlayacaksınız ve göreceksiniz ki değişim ilişkilerinize de olumlu bir şekilde yansıyacak. Unutmayın, başarısız olmanız ya da hata yapmanız sizin kötü biri olduğunuzu değil, insan olduğunuzu gösterir.

Şefkatle,

Psikolog Dr. Emine İnan

Bu ben miyim? Yoksa başkalarının olmamı istediği kişi mi?

Yaşamımızın belli dönemlerinde birçoğumuz bu soruları kendimize sorabiliriz. “Ben gerçekten mühendis/doktor mu olmak istiyordum, yoksa ailem istediği için mi bunu seçtim?”, “Ben gerçekten insanları memnun etmeyi bu kadar seviyor muyum, yoksa böyle olmam gerektiğine inandırıldığım için mi böyleyim?” gibi sorular hepimizin gündeminde olabilir. Peki, bu soruların cevabını bulabilmek mümkün mü? Bazen evet, bazen hayır. Ancak bu sorgulama, kendimizi daha iyi tanımanın ve özümüzü keşfetmenin ilk adımıdır.

Benlik kavramı çok uzun yıllardır psikolojinin gündeminde olmuştur. Benlik, kişinin kendisiyle ilgili deneyimleri, algıları, düşünceleri, duyguları ve davranışlarını düzenleme çabalarıyla ilgilidir. Teorisyenler benlik kavramının farklı türleri olduğunu öne sürmüşlerdir. Bunlardan en bilinenler gerçek benlik, ideal benlik, zaruri benlik ve istenmeyen benliktir. Gerçek benlik bireyin şu anda kendisini tanımlaması istendiğinde ifade ettiği özellikleridir. Örneğin, “Ben güvenilir biriyim”, “Ben tembelim”, “Ben sosyalleşmeyi çok seven biriyim.” şeklinde cümleler kurduğumuzda gerçek benlik özelliklerimizden bahsederiz.

İdeal benlik ise olmak istediğimiz ve ulaşmak istediğimiz özellikleri içerir. “Başarılı olmak istiyorum.”, “Çalışkan olmak istiyorum.”, “Hobileri olan biri olmak istiyorum.” dediğimizde ideallerimizden bahsederiz. İdeallerimize koyduğumuz özellikler ile gerçek benliğimiz arasında bir miktar fark olması bizi motive edecek ve kendimizi geliştirmek ve gerçekleştirmek yönünde ilerletecektir. Ancak, aradaki fark çok fazla ise bu durum, bireyin kendisini eksik, başarısız ve kaygılı hissetmesine sebep olabilir. Ben aslında mizaç olarak içe dönük biri isem ancak “çok” dışa dönük biri olmayı arzuluyorsam, bu beni kamçılamaktan çok “eksik” hissettirecektir. Bu nedenle, kendimizi tanımak, özümüzün farkında olmak son derece kıymetlidir. Yine daha sosyal olmayı, daha dışa dönük olmayı arzulayabilir ve değişim için çabalayabiliriz ancak kendimizin farkında olarak ve kendimizi kabul ederek.

Zaruri benlik (ought self) ise bireyin sahip olması gerektiğine inandığı özellikleri temsil eder. Görev ve sorumluluklar bu kısma girmektedir. “Başarılı olmak”, “Çalışkan olmak” gibi özellikler zaruri benlik özellikleri olarak ele alınabilir. Aynı özellikler ideal benlik özelliği olarak da benliğimizde olabilir. Ben başarılı olmak istiyorsam, bu ideal benliğimin; başarılı olmak zorunda hissediyorsam zaruri benliğimin bir özelliği olacaktır. Son olarak da istenmeyen benlik kavramı yaşamımızda önemli bir yer tutmaktadır. İstenmeyen benlik, sahip olmayı istemediğimiz özelliklerimizi ifade eder. Örneğin “Bencil olmamalıyım”, “Tembel olmamalıyım.”, “Hiç hata yapmamalıyım.” gibi ifadeler istenmeyen benlik özelliklerine örnek olabilir.

Tüm bu benlik kavramları, benliğimiz için bir rehber görevi oluşturur ve bütüncül bir şekilde bizi biz yapar. İdeal benlikte bahsedildiği gibi, zaruri benlik ve istenmeyen benlikte de istemediklerimize ne kadar uzakta, istediklerimize ne kadar yakında isek o kadar mutlu, o kadar huzurlu hissederiz. Benlik farklılıkları teorisi, insanların benlikleri ile benlik rehberleri arasında bir dengeye ulaşabilmek için motive olduklarını söyler. Yani,  bireylerin gerçek benlik özellikleri ve ideal, zaruri ve istenmeyen benlik özellikleri arasında bir dengeye ulaştığında huzurlu ve mutlu olacağını, arada büyük farklar var ise mutsuz, hayal kırıklığı yaşayan, kaygılı, endişeli olmalarının muhtemel olduğunu öne sürer.

Ancak, diyelim ki ben başarılı olmayı arzulayan bir insanım. Bu benim ideallerimde olduğu için mi, yoksa zaruri bir şekilde mi buna ulaşmak istiyorum? Kendi otantik benliğimle mi, yoksa ailem hep başarılı olmam yönünde baskı yaptığı için mi başarılı olmayı arzuluyorum? Higgins, benlik farklılıkları teorisine başkalarının bakış açısını da ekleyerek bu soruların yanıtlarını aramıştır. Bireylerin hem kendi hem de başkaları açısından ideal, zaruri ve istenmeyen benlik özellikleri olduğunu savunmuş ve bunlara ulaşamamanın farklı duygulara neden olacağını öne sürmüştür. Örneğin, başarılı olmak benim kendim için koyduğum bir ideal benlik özelliği ise başarıya ulaşamadığımda hissedeceğim duygu hayal kırıklığı ve hüsran gibi duygular olacaktır, ancak başarılı olmak ailemin talepleri ve beklentileri doğrultusunda zaruri benliğimde ise başarıya ulaşamadığımda suçluluk, korku ya da kaygı gibi duygular yaşamam olasıdır. Bununla birlikte bireyin ulaşmak istediği özellikler kendi otantik benliği ile arzuladıkları ise bireyler genellikle bunlara ulaşmak için daha içten, istekle ve tutkuyla çabalarken, başkalarının üzerlerinde dayattığı özellikler ve hedeflere ulaşmaya çalışırken o kişi büyük ihtimalle yorulacak, tükenecek, o işi yapmak istemeyecek ve kaçınacaktır.

Peki, durum her zaman bu kadar kolay ayırt edilebilir mi? Ulaşmak istediğim bir hedef üzerine çalışırken mutlu isem bu kesinlikle kendi otantik benliğim ile ulaşmak istediğim bir özelliktir. Hedef üzerine çalışırken zorlanıyor ve kaygılanıyorsam “Kesinlikle başkaları istedi diye bunu yapıyorum” demek her zaman mümkün olmayabilir. Çünkü, bireylerin kimlikleri çevreleri ile etkileşimleri içerisinde oluşur. Sürekli gözlemleriz ve öğreniriz. Bu noktada hem bireyin mizacı, hem ailesinde gözlemlediği olumlu ve olumsuz özellikler, hem de ailenin bireye açıkça öğretmek istediği değerler, düşünceler ve özellikler bireyin kişiliğinde yer edecektir. Bunların bazıları uyumlu bir şekilde bireyin benliği ile bir potada eriyerek bütünleşirken bazıları olduğu gibi içe atılacak, bireyin otantik benliği için uyumsuz olsa da kişilikte yer edinecektir. Daha açık ifade etmek gerekirse hangi özelliklerimiz, istek ve arzularımız tamamen otantik benliğimizden, hangileri çevremizdekilerin istek ve dayatmalarından kaynaklı bunu ayırt etmek her zaman kolay olmayacaktır.

Peki, ne yapabiliriz? Kendimize “Bu gerçekten ben miyim?” sorusunu soruyorsak eğer, bir yerlerde bizi rahatsız hissettiren bir şeyler olduğu aşikârdır. Öncelikli olarak, kendimizi tanımak ve farkındalığımızı artırmak için çaba sarf etmeliyiz. Bu süreçte, cevapları bulmanın çok kolay olmayabileceği, dengeyi sağlamanın ise zaman alabileceği unutulmamalıdır. Tüm bu sürecin zorluğu bir uzmanla çalışarak kolaylaştırılabilir. Süreç üzerinde kendimiz çalışıyorsak, “Ben hayatta en çok neye önem veriyorum?”, “Hangi durumlarda kendimi “gerçek” hissediyorum?”, “Beni en çok neler mutlu ediyor?” gibi soruların yanıtlarını bulmaya çalışmak kendini tanıma serüveni için iyi bir başlangıç olabilir. Bunları yalnızca düşünerek yapabileceğiniz gibi yazılar yazarak da yapabilirsiniz. Sorgulanan özellikler için “Bu özellik benim hangi ihtiyaçlarımı karşılıyor ya da karşılamama engel oluyor?”, “Bu özellik bana olumlu veya olumsuz neler yaşatıyor?” gibi sorgulamalar kendinizi tanımak için faydalı olacaktır. Kendini tanıma serüveni içerisinde çeşitli davranış deneyleri yapmak da faydalı olabilir. “O özellik olmadan davransam nasıl davranırdım?” şeklinde düşünerek denemeler yapabilir, ardından nasıl hissettiğimize, neler yaşadığımıza odaklanabiliriz. Hiçbir özelliğin tamamen kötü, hiç birinin tamamen iyi olmayabileceği, dengeyi bulmanın ise en huzurlu çözüm olabileceği akılda tutulabilir. Otantik benliğimizi keşfetmek, bizi daha huzurlu ve mutlu bir hayata yönlendirebilir. Bu yolculukta önemli olan, sabırlı olmak, kendimize şefkatle yaklaşmak, kendimizi tanımak ve içsel dengemizi sağlamaktır.

Benlik kavramı ve benlik farklılıkları ile ilgili daha fazla okuma yapmak isterseniz aşağıdaki bağlantıları tıklayarak yazarın konu ile ilgili çalışmalarına ulaşabilirsiniz.

Makale: https://link.springer.com/article/10.1007/s12144-020-00701-8

Tez: https://open.metu.edu.tr/handle/11511/25202

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım

Benlik Kavramı ve Kimlik Ölçeği

Kimlik, belirgin sınırlarla başkalarından ayrı hissetme ve benliğin eşsiz olduğu algısına sahip olma şeklinde tanımlanmaktadır. Ayrıca, tutarlı bir öz saygının varlığı, kesin bir öz değerlendirme ve duyguları düzenleyebilme becerisini de kapsamaktadır. Kimlik bütünlüğünü değerlendirebilmek için kullanılan bazı ölçüm araçları bulunmaktadır. Burada Benlik Kavramı ve Kimlik Ölçeğinden söz edilecektir. Orijinali “Self-Consept and Identity Measure” olan ve Kaufmann ve arkadaşları tarafından geliştirilen ölçek, kimlik bütünlüğü ve psikopatoloji olarak tanımlanabilecek kimlik bozukluklarını değerlendirmek amacıyla geliştirilmiştir. Ölçek, çeşitli koşullarda benlik kavramı ve rol sürekliliği, değerler ve ilgi alanlarının istikrarı, öz değer, benliğin diğerlerinden ayrıştırılması ve benlik tutarlılığı alanlarında değerlendirme yapmaktadır. Ölçeğin orijinali 3 faktörden oluşmaktadır: Bütünleşmiş kimlik, örselenmiş kimlik ve kimlik eksikliği. Ancak İnan ve Yalçınkaya-Alkar tarafından yapılan uyarlamasında ölçeğin iki faktörlü yapısı daha iyi sonuç vermiştir. Buna göre faktörler bütünleşmiş kimlik ve örselenmiş kimlik olarak adlandırılmıştır. Benlik Kavramı ve Kimlik Ölçeğinin Türkçe formundan 3 tür puan elde edilebilmektedir: Toplam puan (bütünleşmiş kimlik faktöründe yer alan maddeler ters çevrilerek hesaplanır ve artan toplam skor daha yüksek kimlik bozulmasına işaret eder.), örselenmiş kimlik puanı ve bütünleşmiş kimlik puanı. Benlik Kavramı ve Kimlik Ölçeğinin uyarlama çalışmasında ölçek puanları ile duygu düzenleme ve psikopatolojiler arasında tespit edilen ilişkilere bakılarak bu ölçeğin psikolojik olarak sıkıntıları olan kişilerle olmayan kişileri birbirinden ayırt edebileceği düşünülmektedir.

Klinik Psikolog Dr. Emine İnan

Benlik Kavramı ve Kimlik Ölçeğini uygun şekilde referans vererek tekrar izin almadan bilimsel çalışmalarınızda kullanabilirsiniz.
Ölçeği ve puanlama şeklini bu bağlantıyı kullanarak indirebilirsiniz.
Tam metin makalesine ise bu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

İnan, E. & Yalçınkaya-Alkar, Ö. (2016). Turkish version of Self Concept and Identity Measure (SCIM): Psychometric properties. Journal of Cognitive-Behavioral Psychotherapy and Research, 3, 111-118. https://www.doi.org/0.5455/JCBPR.243339

Kaufman, E. A., Cundiff, J. M., & Crowell, S. E. (2015). The Development, factor structure, and validation of the self-concept and identity measure (SCIM): A self-report assessment of clinical identity disturbance. Journal of Psychopathology and Behavioral Assessment, 37, 122–133. https://www.doi.org/10.1007/s10862-014-9441 2

Annelikte Suçluluk ve Utanç

Anne olmak planlı ya da plansız olsun, kadınların hayatında ciddi değişimlere ve etkilere sebep olan önemli bir dönüşümdür. Evrimsel olarak kadınlar bir bebeğe bakım verebilecek güdülere ve becerilere sahiptirler. Ancak günümüzün değişen toplum yapısı, kadının daha fazla eğitim olanaklarına sahip olması, çalışma hayatına atılması gibi etkenler bir çocuğa bakım verme güdüsüyle çeliştiği için günümüzde kadınların annelik deneyimlerine ne yazık ki olumsuz deneyimler de eşlik etmektedir. Bu yazımızda bu olumsuz deneyimlerden olan ve farklı olumsuz deneyimlerin de yaşanmasına sebep olabilecek potansiyele sahip suçluluk ve utanç duygularını ele alacağız.

Önceki yazımızda da söz ettiğimiz gibi suçluluk ve utanç duyguları birbiriyle karıştırılan iki duygudur. Bu duyguları annelik bağlamında nasıl ayrıştıracağımıza değinmek gerekirse, eğer anne hatasını kendi davranışına atfediyorsa suçluluk; eğer atfı benliğine, anneliğine yapıyorsa utanç hissetmesi olasıdır. Yapılan çalışmalar, her iki duygu için de insanların genelde “suçluluk” ifadesini kullandığını belirtmektedir. O nedenle bu yazımızda her iki duygudan birlikte söz edeceğiz.

Kadınlara annelikleriyle ilgili hangi konularda suçluluk hissettikleri sorulsa ortaya uzun bir liste çıkabilir. Vajinal değil de sezaryen doğum yapma, emzirememe, çocuk sağlığı, çalışıyor olma, yetememe, yeni bir çocuk sahibi olma ya da tek çocuk sahibi olma kararı alma, kendine zaman ayırma, eşine zaman ayırma şeklinde uzayıp gider. Bu konu her ne kadar daha sınırlı çalışılmış olsa da yapılan çalışmalarda annelik miti ve çalışan anne olma konuları en sık üzerinde durulan konulardır.

Çocuk sahibi olacağını öğrenen bir kadın, bu bilgiyi başkalarıyla paylaştığında bilgi ve mit yağmuru da başlar. Anneliğin kutsallığı, çocuk yetiştirmenin ne kadar önemli bir iş olduğu, sürecin çok keyifli olduğu, doğru çocuk yetiştirme şekli, çocuğun mutlaka anne sütü alması gerektiği gibi uzayıp giden bir listedir bu. Aslında anneliği yüceltiyor gibi görünen bu yaklaşımı Douglas ve Michaels (2004) “yeni annelik” olarak tanımlamışlardır. Bu yüceltmenin altında ulaşılması imkânsız standartları yayan idealler, normlar ve uygulamalar yer almaktadır. Bu idealler ve normlar kadınların kendi davranışlarını nasıl değerlendireceğini, dolayısıyla nasıl hissedeceğini etkilemektedir. Bu mite göre, bütün gününü çocuklarına, evine ve eşine ayırmaktan mutluluk duyan, asla yorulmayan, her zorluğun üstesinden kolaylıkla gelebilen, asla çocuklarına bağırmayan anne “iyi bir anne”dir. Ancak herhangi bir noktada aksaklık yaşanırsa, örneğin çocuklarına bağırırsa, o zaman “iyi bir anne” değildir. Bu mitlere uygun şekilde “iyi anne” olmak her anne için önemli olmayabilir. Ancak bu ideallere uygun davranmayı önemseyen, “iyi anne” olmak isteyen kadınlar için bu imajı bozacak en ufak bir hareket suçluluk ve utanç duygularını tetikleyebilir. Bu iki duygu, pek çok psikopatolojiyle ilişkili olabileceği gibi doğum sonrası depresyonla da ilişkili bulunmuştur. Yapılan araştırmalar doğum sonrası depresyonun anne-çocuk etkileşimini ve dolayısıyla bebeğin bilişsel ve duygusal gelişimini etkilediğini göstermektedir. Peki, gerçekçi mi bu mitlerle sunulan “iyi/mükemmel anne” profili? Tabii ki hayır. Mükemmeli hedefleyen anne her zaman daha yüksekte bir hedef bulacaktır kendine ve geldiği nokta hiçbir zaman onu memnun etmeyecek, dolayısıyla anne süreçten keyif alamayacaktır. Mükemmel anne yerine Winnicott (1971/2014) “yeterince iyi anne” kavramını önermiştir. Eğer ki bir anne çocuğunun fiziksel ve duygusal ihtiyaçlarına cevap verebilen, destekleyici ve kucaklayıcı bir anneyse o anne yeterince iyi bir annedir. Çocuğun sağlıklı gelişimi için bu annenin sağladığı ortam yeterlidir. Tabii ki hata yapabilir bu anneler, önemli olan hatayı yaptığını fark ettikten sonra annenin hatasını telafi etmek için çaba göstermesidir. Kendi anneliğini baltalayan “mükemmel anne” olma çabasındaki bir annedense “yeterince iyi anne”, çocuk, anne ve anne-çocuk ilişkisinin sağlığı açısından çok daha önemlidir.

Çalışan bir anne olmak ise kadınlara hem iyi gelen hem de suçluluk ve utanç yaratabilen bir konudur. “Bir çocuğa en iyi bakacak kişi annesidir” inancı bu çelişkili durumu ortaya çıkarmaktadır. İşe dönmesi gerektiği için çocuğunun bakımıyla yeteri kadar ilgilenemediğini düşünen anne, hem çalıştığı için hem de çalıştığı dönemlerde kendine zaman ayırdığında, sosyalleştiğinde ya da sadece dinlendiğinde suçluluk hissedebilmektedir. Ayrıca çalıştığı için çocuğunun beslenmesine yeteri kadar dikkat edememesi, hazır ya da besin değeri düşük gıdalarla çocuğunu doyurması da yine bir suçluluk sebebi olarak öne çıkmaktadır. Diğer taraftan, çocuğunun bakımı için işi bırakıp evde kalan anneler de eğitim ve kariyer süreçlerinde harcadıkları emekleri bir kenara bıraktıkları, potansiyellerini ortaya koyamadıkları için suçluluk duymaktadır. İşi bırakarak iş ortamındaki sosyal desteklerini de kaybeden anneler için bu durum depresif belirtilerin ortaya çıkmasına yol açabilmektedir. Çalışma hayatı her ne kadar suçluluk ve strese sebep olsa da çalışma hayatını bırakıp tam zamanlı anne olmak bazı kadınlarda daha fazla suçluluk ortaya çıkmasına sebep olmakta ve psikolojik sağlıklarını daha olumsuz etkilemektedir. Diğer bir deyişle, çocuk sahibi olduktan sonra çalışmaya devam etmek genellikle kadınların psikolojik sağlığı için koruyucu bir faktördür. Tabii ki kendi isteği ile işe ara vermeye ya da tamamen bırakmaya karar verip tam zamanlı anne olmaktan keyif alan anneler de mevcuttur. Bu noktada önemli olan kadının mitlerden ve baskılardan uzakta, kendisi ve çocuğu için doğru ve iyi olduğuna inandığı şeyi gerçekleştirmesidir.

Tüm bu süreçler kadınlar için zor süreçler, ancak üstesinden gelinemeyecek durumlar değil. İyi bir sosyal destek (eş, aile, arkadaşlar), inanılan annelik mitlerine ilişkin farkındalık ve mükemmel değil, “yeterince iyi anne” olmaya çalışmak kadınların bu süreçleri sağlıklı bir şekilde sürdürmesini sağlayacaktır. Bazen bu gibi durumlarda yeterli desteği bulamayan anneler yine suçluluk ve utanç hissetme eğiliminde olabiliyorlar. Bu gibi durumlarda bir uzmandan psikolojik destek almak hem annenin ve bebeğin sağlığı hem de sağlıklı bir anne-bebek ilişkisi için oldukça önemlidir.

Klinik Psikolog Dr. Emine İnan

Bu yazının devamına Doç. Dr. Ece Bekaroğlu’nun editörlüğünü yaptığı “Anne Babalığa Psikolojik Bakış” kitabında yer alan “Annelikte Suçluluk ve Utanç” bölümünden ulaşabilirsiniz.

Kaynakça:

Douglas, S. ve Michaels, M. (2004). The mommy myth. Simon & Schuster, Inc.

İnan, E.(2020). Annelikte suçluluk ve utanç. E. Bekaroğlu (Ed.), Anne babalığa psikolojik bakış içinde. Nobel Yayıncılık.

Winnicott, D. W. (2014). Oyun ve gerçeklik. (Saffet Murat Tura, Çev.). Metis Yayıncılık. (Orijinal çalışma basım tarihi 1971)