Panik Bozukluk: Beden Alarma Geçerse

Önceki yazılarımızda kaygının ne kadar normal ve işlevsel bir duygu olduğundan ve bir tehdit karşısında ortaya çıktığından söz etmiştik. Ancak bazen durduk yere, ortada hiçbir sebep yokken beden kaygı tepkileri gösterebilir. Kalbiniz aniden çarpmaya başlar, nefesiniz daralır, terlersiniz, başınız döner ve kontrolünüzü kaybedecekmiş gibi hissedebilirsiniz. Eğer bu ataklar tekrarlıyorsa ve yeni bir atak geçirme endişesiyle yaşamaya başladıysanız panik bozukluğu belirtileri gösteriyor olabilirsiniz. Bu yazımızda panik bozukluğun ne olduğundan, belirtilerinden ve baş etme yollarından söz edeceğiz.

Panik Bozukluk Nedir?

Panik bozukluk, beklenmedik ve tekrarlayan panik ataklarla karakterize olan bir bozukluktur. Panik atak, yoğun korku ve rahatsızlık hissiyle başlar ve çok kısa sürede belirtiler yoğunlaşarak doruk noktasına ulaşır. Bu durumu deneyimleyen kişilerin kalp krizi geçirdiklerini, bayılacaklarını, öleceklerini ya da kontrolü kaybedeceklerini düşündükleri sıklıkla görülür. Atak geçtikten sonra kişi kendini yorgun, tükenmiş ve korkmuş hissedebilir. Ancak atağın geçmiş olması ne yazık ki kişinin kendini iyi hissetmesi için yeterli değildir. Panik bozuklukta kişinin yaşamını en çok etkileyen noktalardan biri benzer atakların tekrarlayacağı korkusudur. Sırf bu yüzden kişiler bir süre sonra sosyalleşmekten, panik ataklarını tetikleyebileceğini düşündükleri ortamlardan ya da yalnız dışarı çıkmaktan kaçınabilirler. Bu kaçınma davranışları, zamanla kişinin sosyal hayatını ve günlük işlevselliğini ciddi şekilde etkileyebilir.

Panik Bozukluğun Belirtileri Nelerdir?

  • Tekrarlayan ve beklenmedik panik atakların varlığı
    • Çarpıntı, kalp atışlarında hızlanma
    • Terleme veya titreme
    • Nefes darlığı, boğulma hissi
    • Baş dönmesi, bayılacakmış gibi hissetme
    • Göğüs ağrısı veya sıkışma hissi
    • Mide bulantısı veya karın ağrısı
    • Gerçek dışı hissetme (derealizasyon) veya kendinden kopma hissi (depersonalizasyon)
    • Kontrolü kaybetme ya da “delirme” korkusu
    • Ölüm korkusu
  • Başka panik atakların olacağına dair yoğun korku hissetme
  • Panik atak geçirmekten duyulan kaygı nedeniyle işlevselliği bozacak şekilde kaçınma davranışları geliştirme (ör. Sosyal ortamlardan kaçınma vb.)

Panik ataklar sırasında bu belirtilerin birkaçı görülebilir ancak hepsi aynı anda görülmek zorunda değildir.

Panik Bozukluğun Sebepleri Nelerdir?

Panik bozukluğun kesin nedeni bilinmemekle birlikte, biyolojik, psikolojik ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonu sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir:

  • Beyindeki düzensizlikler: Yapılan araştırmalarda, panik bozukluğu deneyimleyen bireylerde, beyindeki korku ve tehlikeyi algılayıp tepki veren sistemin aşırı duyarlı hale geldiği görülmüştür. Bu nedenle, zaman zaman beynimiz ortada bir tehdit olmamasına rağmen bedeni savaşmaya ya da kaçmaya hazırlayan sistemi aktive edebilir.
  • Genetik Faktörler: Ailenizde panik bozukluk öyküsü olan bir yakınınız varsa, bu sizin de panik bozukluk geçirme olasılığınızı artırır.
  • Biyolojik Faktörler: Bazı hormonal değişikliklerin ve serotonin, GABA ve dopamin gibi nörotransmiterlerin beyindeki dengelerinde meydana gelen bozulmaların panik bozuklukla ilişkili olduğu düşünülmektedir.
  • Travma ve Stres: Çocukluk çağında yaşanan ihmal ve istismarlar, diğer travmatik olaylar ya da deneyimlenen yoğun stres panik bozukluk görülme olasılığını artırmaktadır.
  • Psikolojik Faktörler: Bedensel duyumlara karşı yüksek hassasiyete sahip olmak, kaygı duyarlılığının fazla olması ve bireyin bedeni ile ilgili kontrol algısının düşük olması panik bozukluğun görülme ihtimalini artıran psikolojik etmenler arasındadır.

Panik Bozuklukla Baş Etmek İçin Neler Yapılabilir?

Panik bozukluk, deneyimleyen kişilerin yaşamlarını ciddi boyutlarda zorlayabilir. Ancak bu, üstesinden gelinmeyecek bir bozukluk olduğu anlamına gelmez. Doğru teknikler, kararlılık ve sabırla panik ataklar ve bunların neden olduğu kaygılarla baş edilebilir.

  • Psikoterapi ve İlaç Desteği: Panik atakların sıklığını ve şiddetini azaltmada etkili yollardandır.
  • Tetikleyicileri Belirlemek: Psikoterapide de üzerinde durulacak noktalardandır. Eğer panik atakları tetikleyen koşulları tespit edebilirseniz bu, ileride bir atak başlamadan kontrolü elinize almanıza yardımcı olur.
  • Beden ile ilgili farkındalığı artırmak: Bedensel tepkileri tanımak, olumsuz düşünceleri daha rasyonel olanlar ile değiştirmek ve bedenimiz üzerinde kontrolümüzün olabileceğini fark etmek panik atakların azalmasına yardımcı olacaktır.
  • Nefes Egzersizleri: Atak sırasında diyaframdan 4’e kadar sayarak yavaş ve derin nefes alıp 7 saniye tutup sonrasında 8’e kadar sayarak nefesi yavaşça bırakmak panik hissini yatıştırabilir.
  • Düşünceleri Yeniden Çerçeveleme: Atak sırasında kendinize güvende olduğunuzu, bunun bir panik atak olduğunu ve geçeceğini, panik atakların bayılmaya, kalp krizine neden olmadığını hatırlatarak kendinizi sakinleştirebilirsiniz.
  • Bedensel Rahatlama: Atak sırasında uygulayacağınız kas gevşetme ve bilinçli farkındalık (mindfulness) egzersizleri atakların etkisini azaltmada etkili olacaktır. Atak geçirmediğiniz dönemlerde de kas gevşetme egzersizlerini sık sık yapmanız bedeninizin var olan gerginliğini atmasına yardımcı olur. Bu da bedeniniz artık gevşediğinden bedeninizde gerçekleşen değişimleri kaygı, panik belirtisi olarak yorumlama olasılığınızı azaltır. Ayrıca, atak sırasında başvurabileceğiniz mindfulness egzersizlerini atak geçirmediğiniz dönemlerde sıklıkla yapmanız odaklanma becerinizi geliştirerek atak anında daha kolay bir şekilde odağınızı belirli bir noktaya yönlendirmenize yardımcı olur.
  • Yaşam Tarzı Değişiklikleri: Kafein ve alkol tüketimini azaltmak, yeterli uyku uyumak, düzenli bedensel egzersizlerin yanında uygulanacak mindfulness ve kas gevşetme egzersizleri panik bozukluk belirtilerini azaltacaktır.

Panik bozukluk, sosyal içe çekilmeye, yalnız başına dışarı çıkamamaya ve birden fazla ortamdan ya da durumdan kaçınmaya sebep olarak zamanla kişinin işlevselliğini önemli ölçüde yitirmesine neden olan bir bozukluğa dönüşebilir. Ancak sebeplerinin ve öncüllerinin anlaşılmasıyla, farkındalıkla ve uygulanacak doğru tekniklerle panik bozukluk yönetilebilir bir rahatsızlıktır. Zamanla bir kısırdöngüye sebep olan panik bozuklukla baş edebilmek için bir uzmandan yardım almak kendiniz için atabileceğiniz önemli bir adımdır.

Psikolog Dr. Emine İnan

Görünmeyen Emek, Bitmeyen Kaygı, Kadın Dayanışmasının Gücü

Her 8 Mart’ta kadınların haklarından, mücadelelerinden, başarılarından bahsederiz. Ama asıl mesele, bu konuşmaların 9 Mart’ta ve sonrasında da devam etmesini sağlamaktır. Çünkü kadınlar için emek, sadece fabrikalarda, ofislerde ya da tarlalarda harcadıkları mesaiyle sınırlı değil. Kadınların emeği, çoğu zaman görünmezdir. Çamaşır makinesine atılan her parça kıyafette, sofraya konan her tabakta, gece yarısı ağlayan bir çocuğa uzanan kucakta, işyerinde “biraz daha uyumlu” olması beklenen bir duruşta saklıdır. Kadınlar tarih boyunca sömürülen emekleri, görmezden gelinen hakları ve maruz kaldıkları eşitsizliklerle sürekli bir savaş içinde olmuşlardır. O savaşı kazanıp çok başarılı olan kadınların hikâyeleri anlatılır 8 Martlarda, diğerleri de ilham alıp mücadeleyi bırakmasın diye. Kimse de acaba ne bedeller ödedi diye sormaz. Eee, oyunda olmak istiyorsa o kadarına da katlanacak, değil mi? Ancak bu sürecin psikolojik sağlık üzerindeki etkileri çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Kadınların yaşadığı kaygı, baskı ve görünmeyen emek yükü, psikolojik iyi oluşu ciddi anlamda etkilemektedir.

Kadınların Görünmeyen Emeği ve Psikolojik Yükü

Kadınlar, tarih boyunca üretimin ve emeğin en büyük parçası olsalar da, yaptıkları işin büyük bir kısmı “doğal bir sorumluluk” gibi gösterilmiştir. Ev işleri, çocuk bakımı, duygusal emek… “Duygusal emek” kavramı, kadınların sadece fiziksel işlerle değil, başkalarının duygularını düzenlemek, huzuru sağlamak ve çevresindekilere psikolojik destek olmak gibi görevleri de sürekli olarak üstlenmesini ifade etmektedir. Çalışan bir kadının işyerinde mesaisi bittiğinde evdeki mesaisi başlar. Yenecek yemek, toplanacak mutfak, çocukların ödevleri, okuldan istenen malzemeler, hatta ev halkının duygusal dalgalanmalarını dengelemek gibi işler kadınları hem fiziksel hem psikolojik olarak yormaktadır. Bunlar, sistemin ve toplumun gözünde bir “iş” olarak bile sayılmamıştır. Ücretlendirilmemiş, takdir edilmemiş, çoğu zaman önemsenmemiş, hatta fark edilmemiştir. Hatta o kadar normalleştirilmiştir ki, kadınların kendileri bile verdikleri emeğin arkasında duramamış, emeğini fark edememiştir çoğu zaman.

Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kadınları yalnızca ekonomik olarak değil, psikolojik olarak da etkilemektedir. Kadınların, sürekli olarak hem iyi bir anne, hem iyi bir eş, hem iyi bir çalışan, hem de “bakımlı, nazik ve anlayışlı” ancak “çok da sesini çıkarmayan” biri olmaları bir gereklilik gibi sunulmaktadır. Yani, üretkenliklerini ve bireysel alanlarını kaybetmeden kadınların, başkalarının iyiliği için fedakârlık yapmaları beklenmektedir. Tüm bunları yaparken kendi iyi oluşlarını ikinci plana atmak zorunda kalırlar. Araştırmalar, kadınların bu sürekli “bakım verme” rolü nedeniyle daha fazla stres ve tükenmişlik yaşadığını göstermektedir. Bu durum, depresyon, anksiyete ve düşük benlik saygısı gibi psikolojik problemleri beraberinde getirmektedir.

Kadın Olmanın Kaygısı

Kadınların toplumsal rolleri nedeniyle yaşadıkları kaygının önemli bir kısmı kendi yaşamı üzerinde kontrol sahibi olamama, güvenlik, toplumsal baskı ve ekonomik eşitsizlik gibi faktörlerden kaynaklanmaktadır. Bu kaygı, gece sokakta yürürken duyulan endişe, hiç tanımadığı birinin bakışından tedirgin olma, asansöre tek başına binmekten çekinme, eve bir sipariş geldiğinde yalnız olduğunu belli etmemeye çalışma, çalışma ortamında ciddiye alınmama korkusu ya da giyim, davranış, gülüş ve hatta ses tonu konusunda yargılanma gibi saymakla bitiremeyeceğimiz bir sürü baskıyla şekillenir. Sesinizi çok yükseltirseniz “histerik”, çok sessiz kalırsanız “yetersiz” olarak değerlendirilebilirsiniz. Yeri geldiğinde kiminle evleneceğiniz, kaç çocuk doğuracağınız, ne giyeceğiniz gibi konularda kontrol sahibi olamazsınız. Duygularınızı bile ne kadar ifade edebileceğinizi toplumsal roller belirler. Aynı olaya bir erkekle aynı şekilde öfkelenip bunu aynı şekilde gösterseniz, erkeğin tepkisi “haklı ve yerinde” görülürken sizinki “kontrolünü kaybetti” şeklinde değerlendirilebilir.

İş bulmak için savaşmanız gerektiği yetmiyormuş gibi ciddiye alınmak için de mücadele vermeniz gerekir. Aynı işi daha az ücret karşılığı yapmanız, terfi almak için kariyerinizi ailenizin önüne koymanız beklenir. Ama kariyerinizi ailenizin önüne koyarsanız da eleştirilerin en ağırlarına maruz kalırsınız.

Kadınların bunlar ve daha bir çok etmen nedeni ile sürekli tetikte olma, olası tehlikeleri tahmin etme hali, sinir sistemini yorar ve kadınlarda travma etkileri yaratabilir. Kadınların özellikle depresyon, travma sonrası stres bozukluğu (TSSB), yaygın kaygı bozukluğu, somatik belirtiler deneyimleme olasılıkları bu nedenlerle fazlalaşır.

Belki de en acısı, tüm bunların normalleştirilmesi, hatta kadınların kendi içlerinde bile bu kaygının “kaçınılmaz” olduğu düşüncesinin yerleşmesidir. Oysa kaygı, önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi tehlike algısıyla doğrudan bağlantılıdır. Eğer bir toplumda kadınlar bu kadar yoğun bir kaygı içindeyse, burada bireysel bir sorun değil, sistemsel bir problem vardır.

Kadın Dayanışması ve Psikolojik Sağlık

Tüm bu zorlukların içinde kadınları ayakta tutabilecek en önemli etmenlerden biri, dayanışmadır. Bu yüklerin altında acı çekerken bazen kendimizi soyutlama eğiliminde olabiliriz. Ancak bu, yalnızlığımızı derinleştirir ve acımızı büyütür. Bunun yerine yan yana geldikçe güçlenir, birbirimizin sesini duydukça yalnız olmadığımızı anlarız. Birbirimize sahip çıkmalı, hikâyelerimizi anlatmalı, mücadelemizi paylaşmalıyız. Ancak bir arada olursak bu yükün altından güçlenerek çıkabilir ve bize dayatılanlara karşı daha dik durabiliriz. Kadınların bir araya gelmesi yalnızca kendi yaşamlarını değil, gelecek nesillerin de yaşamını dönüştürme gücüne sahiptir. Kadınların güçlenmesi demek, toplumun güçlenmesi demektir. Bu yüzden kadınların kendilerini keşfetmeleri, seslerini bulmaları ve özgürleşmelerinin önemini biliyoruz.

Tüm bunların üstesinden bireysel çözümlerle gelmek ne yazık ki mümkün değil. Toplumsal bir dönüşüm gerekli. Eşitlik, sadece bir talep değil; sağlıklı bir toplumun gerekliliğidir.

Bu 8 Mart’ın bu mücadeleyi hatırladığımız ve peşini bırakmadığımız, sağlıklı bir toplumda yaşayabilmek için hepimizin sorumluluk aldığı bir sürecin başlangıcı olması dileğiyle! 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günümüz kutlu olsun!

Sınav Kaygısı: Nedir, Nasıl Deneyimlenir ve Başa Çıkma Yolları

“Sınava girdiğimde tüm bildiklerimi unutuyorum sanki”

“Sınav anında o kadar kaygılanıyorum ki, kalbim yerinden çıkacak gibi atıyor”

“Ne kadar çalışırsam çalışayım, sınav anındaki kaygım başarılı olmamı engelliyor”

Bu cümleler sınav kaygısı (anksiyetesi) yaşayan kişilerden sıklıkla duyduğumuz ifadelerdir. Hepimizin bildiği üzere sınavlar, mesleğimizi belirleme ya da işe alınma gibi durumlar açısından hayatımız için son derece kritik öneme sahiptir ve sınav anında aşırı kaygılanmak başarımızı düşürme potansiyeline sahip olduğu için yaşam kalitemizi de düşürme olasılığı mevcuttur. Kaygı ile ilgili olan bu dördüncü yazımızda sınav kaygısına değineceğiz. Sınav kaygısı, bireyin akademik performansını etkileyen yoğun endişe, korku ve baskı hissi olarak tanımlanabilir.

Sınav sırasında yaşadığınız kaygı normal mi, anormal mi?

Kaygı ile ilgili daha önceki yazılarımızda kaygının aslında normal bir duygu olduğunu, bizleri bilinmeyen karşısında hazırlıklı olmak üzere uyarma fonksiyonuna sahip olduğunu belirtmiştik. Kaygı düzeyleri çok düşük olduğunda bireyler düşük motivasyona sahip olacak ve muhtemelen bu durum, düşük performansa yol açacaktır. Ortalama düzeyde bir kaygıya sahip olduklarında, bu kaygı bireylerin odaklanmasını ve motive olmasını sağlayarak muhtemel en iyi performansı beraberinde getirecektir. Yoğun ve kontrolsüz bir kaygı ise bireyin odaklanmasını engelleyecek ve düşük performansı beraberinde getirecektir.

Sınav Kaygısı Nasıl Deneyimlenir?

Sınav kaygısını her birey farklı şekillerde deneyimleyebilir. Ancak genel olarak şu belirtiler görülebilir:

• Fiziksel belirtiler: Kalp çarpıntısı, terleme, mide rahatsızlıkları, baş ağrısı, titreme.

• Duygusal belirtiler: Endişe, korku, huzursuzluk, hayal kırıklığı, başarısızlık hissi, kendine güvende azalma.

• Bilişsel belirtiler: Odaklanma güçlüğü, kendini sabote eden düşünceler (“Başarısız olacağım.”).

• Davranışsal belirtiler: Kaçınma davranışları, sınavdan önce ders çalışmaktan uzak durma veya tam tersi aşırı çalışma ve kendini tüketme.

Sınav anında neden kaygılanırız ve kimlerde sınav kaygısı daha fazla görülür?

Belirsizlik insanlarda kaygı yaratır. Yaşadığımız durum ne kadar belirsiz ise, yaşayacağımız kaygı o derece yoğun olabilir. Sınavlar doğası gereği çoğunlukla belirsizdir ve “Acaba ne ile karşılaşacağım?” sorusu doğal bir şekilde kaygıyı beraberinde getirir. Ayrıca, biraz önce de belirtildiği üzere ortalama bir kaygı daha iyi performans sergilememiz için fonksiyoneldir. Bu kaygı, daha dikkatli çalışmamıza ve sorumluluklarımızı yerine getirmemize neden olur. Ancak, bazı kişiler “Benim gibi bütün arkadaşlarım sınava hazırlanıyor ancak kimse benim kadar kaygılanmıyor, ben neden bu kadar kaygılanıyorum?” sorusunu soruyor olabilir. Bu soruya verilebilecek tek bir yanıt bulunmamaktadır. Birçok psikolojik olguda olduğu gibi sınav stresinin kimlerde daha yoğun olacağını etkileyen birçok farklı etmen vardır. Ancak, en temelde bireylerin sınavı ne kadar belirsiz ve ne derece tehdit olarak algılıyor oldukları kaygılarının derecesini belirlemektedir. Kişilerin sınavı ciddi bir tehdit olarak algılamalarına ve yoğun sınav kaygısı hissetmesine neden olan etmenlerin bazılarını şu şekilde sıralayabiliriz:

  • Aile ve Çevresel Beklentiler: Aile, öğretmenler veya çevrenin yüksek akademik beklentileri öğrencinin üzerinde büyük bir baskı oluşturabilir.
  • Mükemmeliyetçilik: Kendi kendine koyduğu yüksek standartlar nedeniyle kişi hata yapmaktan aşırı derecede korkabilir.
  • Olumsuz Geçmiş Deneyimler: Daha önce başarısız olduğu sınavlar, bireyin yeni sınavlara dair kaygısını artırabilir.
  • Özgüven Eksikliği: Bireyin kendi yeterliliklerine dair olumsuz inançları sınav kaygısını tetikleyebilir.
  • Sınava olduğundan fazla anlam yükleme: Sınavı, kişisel değeri, geleceği veya başkalarının beklentileriyle ilişkilendirdiğinde, sınav kişiyi yoğun bir şekilde kaygılandırabilir.
  • Yetersiz Hazırlık: Zaman yönetimi eksikliği veya verimsiz çalışma yöntemleri sınava yaklaşırken kaygıyı artırabilir.
  • Genetik Yatkınlık: Birey genetik olarak kaygıya yatkın bir yapıya sahip olabilir.

Sınav kaygısı ile baş etmek için neler yapılabilir?

  • Sınav sırasında bir miktar kaygılanmanın normal olduğunu, hatta performansınızı olumlu etkileyebileceğini unutmayın. Amacınız hiç kaygı hissetmemek olmamalıdır.
  • Sınavlar sırasında aklınızdan geçen düşünceleri yakalamaya çalışın. Sürekli “Başarısız olacağım”, “Eğer başarısız olursam ailem hayal kırıklığına uğrar.” gibi olumsuz düşüncelere sahipseniz bunlar üzerine çalışmanız ve daha gerçekçi olanlar ile değiştirmeniz yararınıza olacaktır.
  • Olabildiğince fazla deneme sınavı çözmeye çalışın. Sınavın belirsizliğini ne kadar azaltırsanız, kaygınız o derece azalacaktır.
  • Gevşeme tekniklerini öğrenerek kaygınızı azaltmak üzerine çalışabilirsiniz.
  • Bedeninize iyi bakın: Düzenli beslenme, yeterli uyku ve spor gibi etmenler fiziksel iyi olma halinizi de zihinsel sağlığınızı da olumlu etkiler.
  • Kendinize gerçekçi hedefler belirleyin: Kendinize ulaşılabilir hedefler koyarak, “mükemmel olmalıyım” baskısından kurtulabilirsiniz.
  • Sınavda başarılı olmanız ya da olamamanız durumlarının her biri için eylem senaryoları hazırlayın. “En kötü durumda kalırsanız nasıl baş edersiniz? Neler yaparsınız?” sorularının cevapları üzerine düşünün. Böylelikle sınav ve sınav sonrasının belirsizliği azalacaktır.
  • Kendinizi tanımak üzerine çalışabilirsiniz. Sınav kaygısı ile baş etmede ilk ve en önemli adım kendiniz ile ilgili farkındalığınızı artırmaktır. Bu elbette her zaman çok kolay olmasa da, üzerinde durduğunuzda ilerleme kaydedebilirsiniz. Farkındalığınızı artırmak için kendinize “Benim için başarı ve başarısızlık ne ifade ediyor?”, “Bu sınavın benim için anlamı ne?”, “Sınavda başarısız olursam ne olur?”, “Başarısızlıkla nasıl baş edebilirim?”, “Başarı ile ilgili şimdiye kadar neler öğrendim, neleri modelledim?”, “Kendimi başarılarım/başarısızlıklarımdan bağımsız olarak değerli hissediyor muyum? Yoksa değerimi başarılarım ile mi ilişkilendiriyorum?” şeklinde sorular sorarak kendinizi derinlemesine tanıyabilirsiniz.
  • Profesyonel Destek Alın: Kaygınız günlük yaşamınızı olumsuz etkiliyorsa ve tüm bu listelenenleri yapmanıza rağmen kaygınızı azaltamıyorsanız bir uzman desteği almak faydalı olabilir. Hem ilaç hem psikoterapi desteği durum ile baş etmenizi kolaylaştıracaktır.

Sınavlar ve benzer değerlendirmeler birçok kişinin yaşamında sıklıkta yer almaktadır. Sınav kaygısı bireylerin yaşam kalitesini ciddi anlamda düşürebilir. Bireyin kendisini tanıması, duygularını anlaması ve yönetmesi akademik ve kişisel gelişim için oldukça önemlidir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım – Ankara

Yaygın Kaygı Bozukluğu

Kaygı yazı serimizin üçüncüsünün konusu yaygın kaygı bozukluğu. Toplumda sosyal fobi, panik atak gibi kaygı bozuklukları daha çok bilinmektedir. Ancak yaygın kaygı bozukluğu kaygı bozuklukları arasında en az bilinenlerden olsa da oldukça sık görülür. Genellenmiş kaygı olarak da karşımıza çıkabilen bu bozukluk adından da tahmin yürütülebileceği üzere hayatın birçok alanına yayılmış, genellenmiş bir kaygı ile karakterizedir. Sosyal fobide kaygı duyulan şey sosyal ortamlar; fobilerde hayvanlar, doğa ya da spesifik durumlar ya da nesnelerken yaygın kaygıda belirli bir nesne ya da durum söz konusu değildir.

Yaygın kaygı bozukluğu nedir?

Yaygın kaygı bozukluğuna sahip bireyler sürekli bir gerginlik ve endişe hali içindedirler. Kaygılar sıklıkla aşırı, kontrol edilemez ve hayat kalitesini düşürücü hale gelir. Genellikle sağlık, gelecek, ilişkiler, kendisinin ya da sevdiklerinin başına bir şey gelme ihtimali ve maddi durum gibi konularda uzun süreli ve yoğun endişeler yaşarlar. Bu konular hakkında kaygılanmak normal olabilir ancak yaygın kaygı bozukluğu olan kişiler için bu kaygı hiç bitmez ve sürekli farklı konulara yönelir. Çocuğunu arayıp ulaşamadığında başına bir şey geldiği düşüncesi ile ciddi bir kaygı yaşayan ebeveyn, eşi işte problemler yaşadı diye işten atılacağını ve gelecekte maddi anlamda ciddi güçlükler yaşayacaklarını düşünen kişi, sevgilisi doğum gününü unuttu diye sevgilisinin kendisini sevmediğini ve ayrılacaklarını düşünen kişi yaygın kaygı bozukluğu yaşıyor olabilir. “E buna benzer endişeleri ben de yaşıyorum. Bende yaygın kaygı bozukluğu mu var?” demeniz bu noktada çok muhtemel. Hepimiz bazen gelecek hakkında kaygılanırız. İşler yolunda gitmediğinde içimizde huzursuzluk olur. Ancak, eğer kaygı sizin yaşamınızda ciddi bir rutin haline geldiyse, kaygılı anlarınız rahat anlarınızdan fazlaysa, sürekli tetikteyseniz ve bu durumlar işlevselliğinizi bozuyorsa, yaygın kaygı bozukluğu yaşıyor olabilirsiniz.

Neden Olur?

Yaygın Kaygı bozukluğunun tek bir nedeni yoktur, ancak bazı faktörler riski artırabilir:

  • Çocukluk döneminde ya da şimdiki zamanda tehlikeli durumlara maruz kalmak bireylerin kaygıya daha yatkın olmalarına neden olabilir.
  • Aşırı korumacı ebeveynler bireylerin baş edebilme yeteneği geliştirememesine, dolayısıyla olası olumsuz durumlar ile ilgili kaygı yaşamalarına neden olabilir.
  • Belirsiz, stresli ve güvensiz yaşam koşullarına sahip olmak
  • Aşırı tehdit algısı
  • Belirsizliğe tahammülün düşük olması
  • Mükemmeliyetçi ve hataya tahammülü olmayan bir kişiliğe sahip olmak
  • Genetik yatkınlık

Patolojik Kaygıyı Nasıl Ayırt Edebiliriz?

Kaygının normal olup olmadığını anlamanın birkaç yolu var. Eğer:

✔ Eğer bu tür düşünceler sürekli zihninizi meşgul ediyorsa, küçük şeyler bile sizi kaygılandırıyor ve rahatlamanıza izin vermiyorsa,

✔ Sürekli kaygılı hissediyorsanız ve kaygılarınızın mantıklı olmadığını bilmenize rağmen durduramıyorsanız,
✔ Kaygınız günlük işlerinizi ve sosyal hayatınızı olumsuz etkiliyorsa,
✔ Vücudunuzda fiziksel belirtiler yaşıyorsanız (kas gerginliği, çabuk yorulma, çabuk öfkelenme, uyku bozukluğu, çarpıntı, odaklanmada güçlük),
✔ Dikkatinizi toplamakta zorlanıyorsanız, kaygınız patolojik hale gelmiş olabilir.

Başa Çıkmak İçin Neler Yapabilirsiniz?

✔ Düşüncelerinizi sorgulayın: Kaygılarınız gerçekçi mi? Gerçekten bu kadar kötü bir senaryo olasılığı var mı?
✔ Gevşeme teknikleri kullanın: Nefes ve gevşeme egzersizleri, meditasyon veya yürüyüş yapmak kaygıyı hafifletebilir.
✔ Belirsizliği kabul edin: Hayatı tamamen kontrol edemezsiniz. Her olasılığı düşünerek geleceği yönetmeye çalışmak sadece zihinsel yorgunluk getirir. Daha kaliteli bir yaşama sahip olmanızı sağlamaz.
✔ Profesyonel destek alın: Eğer kaygınız hayatınızı ciddi anlamda etkiliyorsa, bir uzmandan destek almak en sağlıklı adımdır. Gerektiğinde ilaç tedavisine başvurmak işinizi kolaylaştırabilir. Kaygı hayatın bir parçasıdır, ancak kontrolü ele geçirip sizi yönetmesine izin vermemek sizin elinizdedir. Kaygıyı tanıyıp onunla baş etmeyi öğrendiğinizde yaşam kaliteniz ciddi anlamda artacaktır.

Bu derece yoğun bir kaygı ile yaşamak zorunda olmadığınızı, bundan kurtulabileceğinizi unutmayın.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım – Ankara

Sosyal Fobi: Sessiz Bir Engel

Merhaba, bu hafta kaygı yazı dizimizin ikinci yazısı olan sosyal kaygı bozukluğu ile karşınızdayız. Halk arasında daha çok sosyal fobi olarak bilinen bu durum, basit bir utangaçlıktan çok daha derindir. Başkalarıyla paylaşırken belki yalnızca “Ben konuşma yapamam”, “Dans etmeyi sevmem”, “Tanımadığım insanlarla konuşmaktan hoşlanmıyorum”, “Dışarıda yalnızken yemek yemeği tercih etmiyorum.” diyor olabilirsiniz. Diğerleri içinizde kopan fırtınaları fark etmiyor olabilir. Ancak bunların düşüncesi bile sizde yoğun kaygıya neden oluyor olabilir. Bu yazımızda bu durumu, sebeplerini ve neler yapılabileceğini anlatmaya çalışacağız.

Sosyal Fobi Nedir?

Sosyal fobi, bireyin sosyal ortamlarda yargılanma, eleştirilme veya küçük düşürülme korkusunu yoğun olarak yaşadığı kaygı bozukluğudur. Sosyal fobisi olan bireyler, başkalarının gözünden değerlendirilme ihtimali olan herhangi bir durumda yoğun huzursuzluk yaşar ve bu tür ortamlardan kaçınmaya çalışırlar. Bu bozukluk, sıkça performans kaygısı (Ör., bir topluluk önünde konuşma) veya sosyal etkileşim korkusu (Ör., bir yabancıyla sohbet etme) olarak görülür. Fakat bireylerin yaşadığı kaygı genellikle bunlardan daha yoğun ve süreklidir. Önceki yazılarımızda belirttiğimiz gibi sosyal kaygının bir bozukluk olarak değerlendirilebileceği nokta yine hayatımıza engel olduğu noktadır. Sosyal ortamlarda yaşadığımız kaygı, iş/okul ve sosyal yaşamımızı etkilemeye başladıysa, yapmamız gerekenleri yapamayacak hale geldiysek ve iyilik halimizi belirgin bir şekilde düşürmeye başladıysa bu durumda profesyonel bir destek almamızda yarar vardır.

Sosyal Fobi Nasıl Görülür?

Sosyal fobi, farklı bireylerde farklı belirtilerle ortaya çıkabilir. Ancak yaygın olarak görülen belirtiler şunlardır:

  • Fiziksel Belirtiler: Kalp çarpıntısı, terleme, titreme, yüz kızarması, mide rahatsızlıkları ve nefes almakta zorluk.
  • Bilişsel Belirtiler: “Aptal gibi görünüyorum”, “Rezil olacağım”, “Başkaları benden hoşlanmıyor” gibi olumsuz düşünceler.
  • Davranışsal Belirtiler: Sosyal etkileşimden kaçınma, topluluk önünde konuşma ya da yemek yeme gibi durumlarda bulunmaktan uzak durma.

Bu belirtiler, bireyin hayat kalitesini ciddi anlamda düşürebilir. Kimi zaman kişi sosyal fobisini saklamak için yoğun bir çaba harcar ve bu da kaygıyı daha da artırabilir.

Hayatımızın Hangi Alanlarını Etkiler?

Sosyal kaygı, bireyin iş/okul ve sosyal yaşamını ciddi şekilde etkileyebilir:

  • Mesleki Alan: İşte sunum yapma, ekip çalışmaları veya mülakatlar gibi durumları başarıyla yürütmek zorlaşabilir.
  • Akademik Alan: Derste soru sorma, proje sunumu ya da grup çalışması gibi aktivitelerden kaçınma sıkça görülür. Sunum yapılıp yapılmayacağına göre ders seçimi yapmak da yine sosyal fobinin akademik gelişim üzerindeki etkilerindendir.
  • Kişisel İlişkiler: Sosyal kaygısı olan bireyler yeni insanlarla tanışma konusunda zorlanabilir ve mevcut ilişkilerde gerginlik yaşayabilir. Sosyal ortamlardan (parti, kutlama, cenaze vb.) kaygıları sebebiyle kaçınabilirler.
  • Günlük Yaşam: Bir restoranda sipariş vermek, tek başına oturup bir yerde kahve içmek, yolda yalnız yürümek, bir markette kasiyerle konuşmak gibi basit görevler bile zorlu hale gelebilir.

Sosyal Fobinin Sebepleri Nelerdir?

Sosyal fobi, genellikle geç çocukluk, ergenlik dönemlerinde görülmeye başlar. Çocukluk/ergenlik döneminde böyle bir problem yaşamayıp yetişkinlik döneminde sosyal kaygı deneyimlemek çok sık rastlanan bir durum değildir. Sosyal fobinin nedenleri tam olarak bilinmemekle birlikte, biyolojik, çevresel ve psikolojik faktörlerin bir kombinasyonu olarak ortaya çıktığı düşünülmektedir:

  • Genetik Faktörler: Ailesinde sosyal fobi geçmişi ya da kaygı bozukluklarından herhangi biri olan bireylerin bu bozukluğa sahip olma riski daha yüksektir. Davranışsal baskılama ve olumsuz değerlendirilme korkusu gibi mizaç özellikleri sosyal kaygıya yatkınlığı artırmaktadır. Bu özellikler genetik olarak aktarılabilmektedir. Ayrıca sosyal kaygı bozukluğuna özgü olmayan ancak yine genetik olarak aktarılan duygusal dengesizlik de sosyal kaygı ile ilişkili etmenlerdendir.
  • Nörotransmitter Dengesi: Beyindeki serotonin seviyelerinin dengesizliği, kaygının artmasına yol açabilir.
  • Yaşam Deneyimleri: Çocuklukta maruz kalınan kötü muamele ile sosyal fobi arasında nedensel bir ilişki olmamakla birlikte bu dönemde kötü muameleye maruz kalmak, alay edilme, aşırı eleştirilme veya utandırılma gibi olumsuz deneyimler, sosyal fobi gelişimi için birer risk faktörü olarak öne çıkmaktadır.
  • Kültürel Faktörler: Toplumun sosyal başarıya verdiği önem, bireylerde sosyal kaygıyı artırabilir.

Sosyal Fobi ile Baş Etmek için Neler Yapılabilir?

Sosyal fobi, profesyonel yardım ve bireysel çabalarla yönetilebilir. Şu yöntemler etkili olabilir:

  • Farkındalık Geliştirme: Sosyal kaygınızın sizi en çok etkilediği durumları tanımlamaya çalışın. Bu durumlarda hangi düşünce ve hislerin kaygıyı tetiklediğini gözlemleyin. Kaygınızın hangi durumlarda ortaya çıktığını anladığınızda bir çözüm planı oluşturabilirsiniz.
  • Olumsuz Düşünceleri Değiştirme: Sosyal kaygı, genellikle “Başkaları beni eleştirecek”, “Yetersiz görüneceğim”, “Hakkımda olumsuz düşünecekler” gibi olumsuz düşüncelerden beslenir. Bu düşüncelerin yerine “Sandığım gibi herkes beni izlemiyor”, “Herkes hata yapabilir”, “Mükemmel olmak zorunda değilim” gibi gerçekçi düşünceler koymayı deneyin.
  • Maruz Bırakma Egzersizleri: Sosyal kaygınızı tetikleyen durumları tespit ettikten sonra bu durumlarla aşamalı olarak yüzleşmeyi deneyin. Örneğin, ilk olarak bir yabancıyla kısa bir selamlaşmayı hedefleyebilirsiniz. Küçük adımlarla ilerleyerek sosyal durumlara alışabilirsiniz.
  • Gevşeme Teknikleri ve Nefes Egzersizleri: Derin nefes alıp verme, kas gevşetme egzersizleri veya meditasyon gibi yöntemler, kaygıyı azaltmaya yardımcı olabilir. Stresli bir durumda nefesinize odaklanmak, fiziksel belirtileri hafifletebilir.
  • Sosyal Beceri Geliştirme: Beden dili, göz teması ve konuşma becerilerini geliştirmek, sosyal kaygıyı azaltabilir. Yeni becerileri düşük riskli sosyal ortamlarda (örneğin, arkadaş çevresi) denemek iyi bir başlangıç olabilir.
  • Profesyonel Yardım Almak: Sosyal kaygı ilekendi kendinize baş edemediğinizi düşündüğünüzde ve kaygının artık işlevselliğinizi fazlasıyla bozduğunu düşündüğünüz durumda profesyonel destek alabilirsiniz. Birçok terapi ekolünün sosyal kaygıyı azaltmada etkili olduğu bilinmektedir. Gerekli görüldüğünde, bir psikiyatrist tarafından reçete edilen ilaçlar da kaygıyı azaltabilir. Ayrıca grup terapisi de kendisi sosyal bir alan oluşturduğu için sosyal ortamlarda daha rahat hissetmeyi destekleyebilir.
  • Kendinize Şefkat Gösterin: Kendinizi hatalarınızla, kusurlarınızla kabul edebilmek size çok büyük bir özgürlük sağlayacaktır. Herkes gibi siz de nazik davranılmayı hak ediyorsunuz. Hata yapabilirsiniz ancak bu dünyanın sonu değil. Sosyal kaygının üstesinden gelmenin bir süreç olduğunu unutmayın; küçük adımlar büyük ilerlemelere yol açabilir.

Sonuç olarak sosyal kaygı, bireyin hayatının çeşitli alanlarında önemli zorluklar yaratabilen bir bozukluk olsa da, tedavi edilebilir bir durumdur. Doğru yaklaşımlar ve destekle bireyler, sosyal kaygının neden olduğu engelleri aşabilir ve daha tatmin edici bir yaşam sürebilirler.

Psikolog Dr. Emine İnan

Güvenlik İhtiyacı Nedir? Karşılanmazsa Ne Olur?

Bundan yıllar önce, insanın neye ihtiyaç duyduğu sorusuna cevap arayan Abraham Maslow, İhtiyaçlar Hiyerarşisi’ni ortaya koymuştur. Bir piramit gibi tasarladığı bu modelde Maslow, piramidin en altına nefes alma, yeme, içme, boşaltım, uyku, cinsellik gibi fiziksel ihtiyaçları yerleştirmiştir. Bir üst basamakta ise güvenlik ihtiyacı yer alır. Güvenlik ihtiyacı, insanların fiziksel ve psikolojik olarak kendilerini tehditlerden uzak, huzurlu ve korunmuş hissetme gereksinimidir. Peki, güvenlik ihtiyacı neleri kapsar? Can ve mal güvenliği, ekonomik istikrar, sağlık güvencesi ve adil bir düzen güvenlik ihtiyacının en önemli örnekleridir. Yani, yaşadığım yer ya da iş ortamım can güvenliğim için uygun mu? Ailem, malım mülküm yaşadığım toplumda güvende mi? Adalet sistemi ve toplumsal kurallar beni, ailemi, sahip olduklarımı koruyabiliyor mu? Fiziksel ihtiyaçlar ve güvenlik ihtiyacını Maslow insanın temel ihtiyaçları olarak sınıflandırır. Bu modele göre, ancak fiziksel ihtiyaçları karşılanan bir birey bir sonraki basamaktaki güvenlik ihtiyacının peşine düşebilir. Yani, eğer bir insan açsa, bu insan “Yaşadığım yer güvenli mi? Çalıştığım koşullar iş güvenliğine uygun mu?” gibi sorular soramaz. Çünkü önceliği bu değildir. Ancak fiziksel ihtiyaçlarını karşılayan biri bu soruları sorabilir. Güvenlik ihtiyaçları basamağının bir üst basamağında ise sosyal ihtiyaçlar basamağı yer alır. Burada kişi ilişkili olma ihtiyacını karşılayacak şekilde arkadaşlıklar kurma, aşık olma, hissettiği bu yakınlık ve ilişkide olma haliyle bir aile kurma gibi eylemleri gerçekleştirerek sosyal ihtiyaçlarını karşılar. Takip eden ihtiyaçlar ise sırasıyla saygınlık (hem kendine saygı gösterme hem başkalarından saygı görme) ihtiyacı ve kendini gerçekleştirme ihtiyacıdır. Bu yazımızda ikinci basamakta yer alan güvenlik ihtiyacını biraz daha yakından ele alacağız.

Güvenlik Algısı

Resmiyette kişinin can ve mal güvenliğinin sağlanması için her şey kurallara uygun görünüyor olabilir. Ancak kişinin güvenlik algısı çok daha farklı olabilir. Yani, resmiyette görünen kuralların ve kanunların ötesinde, bireyin içinde bulunduğu bağlamı, çevresel koşulları ve deneyimledikleriyle şekillenen güvenlik algısı aslında hiç de güvende olmadığını söylüyor olabilir. Peki, güvenlik algısını etkileyen faktörler neler olabilir? Yaşanan toplumsal travmalar, savaş ve ekonomik krizler bu etkenlerdendir. Ayrıca, ülkede birilerinin güvenliğini tehdit eden kişi ya da kişiler için kanunlar uygulanmıyorsa, suçlular cezalandırılmıyor, aksine kurbanlar suçlu bulunuyorsa bu durum da güvenlik algısını olumsuz etkileyecektir. Ayrıca, kişi ayrımcılığa maruz kalıyorsa, başarıları göz ardı ediliyor, hak ettiği şekilde ödüllendirilmiyorsa bu da yine adaletsizliği pekiştirip kişinin güvenlik algısını zedeleyecektir.

Güvenlik İhtiyacımız Karşılanmazsa Ne Olur?

Kişisel gelişimimizi ancak temel ihtiyaçlarımız karşılandığında, sağlıklı ilişkiler kurarak ve kendimizi gerçekleştirecek olgunluğa ulaşarak sürdürebiliriz. Peki ya karşılayamazsak? Kendimizi güvende hissetmediğimizde neler olur? Öncelikle kaygı ve stres yaşamımızı önemli ölçüde etkiler hale gelir. Kendimizi güvende hissetmediğimiz için sürekli tetikte olma ihtiyacı hissederiz. Sürekli tetikte olmak ne yazık ki hem psikolojik hem fizyolojik sağlığımızı olumsuz etkileme potansiyeline sahiptir. Depresyon, kaygı, bedensel yakınmalar, strese bağlı kardiyolojik sorunlar, otoimmün hastalıkların görülme olasılığı artabilir. Bunun yanında, adil olmayan bir dünyada insanlar emeklerinin karşılığını alamayacaklarını, hatta hiç hak etmeyen kişilerin hak etmeden ödüllendirileceklerini düşündüklerinden motivasyonlarını kaybedip çabalamaktan vazgeçebilirler. Güvenlik ihtiyacından sonraki basamağın sosyal ihtiyaçlara, yani ilişkili olma, sevilme ihtiyacına karşılık geldiği düşünüldüğünde güvensiz hisseden kişilerin başkalarıyla ilişkilerinde de problem yaşaması olasıdır. Birilerine güvenmekte zorluk yaşayan kişiler, arkadaşlık ilişkileri ve romantik ilişkilerden kaçınabilecekleri için bu güvensizlik algısı onları yalnızlığa itebilir. Türk Dil Kurumu’nun 2024 yılının kelimesini “kalabalık yalnızlık” olarak açıkladığını da burada hatırlamak yararlı olabilir. Toplum genelinde oluşabilecek güvensizlik kültürü, bireylerin dayanışma ve iş birliği içinde hareket etmesini zorlaştırabilir.

Ne Yapabiliriz?

Güvenlik algımızı etkileyen etmenleri tanımak iyi bir başlangıç olabilir. Bu etmenlere uygun baş etme stratejileri geliştirmek olumsuz etkileri en aza indirmekte yararlı olabilir. Kendinizi güvende hissetmediğiniz ortamlardan uzaklaşmak ya da mümkünse bu ortamlarda güvensiz hissetmenize sebep olan koşulları değiştirmeye çalışmak, belki sınır çizmeyi öğrenmek de yine önemli adımlar olabilir. Adaletsizlikle mücadele eden organizasyonlara destek vererek ya da toplumsal farkındalık yaratmak için harekete geçerek, liyakate dayalı bir yapı oluşturmak için toplumsal baskı mekanizmalarını harekete geçirerek güvenlik algısına katkıda bulunabilirsiniz. Aynı problemleri yaşayan ve güvenlik eksikliği hisseden insanlar ile birlikteliği ve teması artırarak hem duygusal destek almak ve vermek hem de birlikte harekete geçmek baş etmek için önemli adımlar olacaktır.

Güvenlik algısı, yalnızca fiziksel bir ihtiyaç değil aynı zamanda psikolojik bir gerekliliktir. Bu nedenle, güvenli bir ortamın inşası, hem bireylerin hem toplumun gelişimi için vazgeçilmezdir.

Psikolog Dr. Emine İnan – Ankara

Kaygı Nedir?

Merhaba! Bu haftaki yazımız, kaygı hakkında hazırladığımız bir yazı dizisinin ilk yazısı. Kaygı kapsamlı bir konu olduğu için bir yazı dizisi şeklinde birkaç hafta kaygıdan söz edeceğiz. Önceki yazılarımızdan hatırlayacağınız gibi bazı duyguları deneyimlerken her ne kadar onlardan hoşlanmasak da her birinin bir işlevi olduğundan söz etmiştik. Kaygı, hepimizin deneyimlediği, insani bir duygudur. Tehdit ya da belirsizlik algısıyla ortaya çıkan bu duygu, aslında bizi korumaya ve tehlikelere karşı hazırlıklı olmaya yönelten evrimsel bir mekanizmadır. Ancak, bazen bu mekanizma çok fazla çalışır ve yaşam kalitemizi etkileyen bir sorun haline gelir. Bu yazıda, kaygının ne olduğunu, ne zaman işlevsel olmaktan çıkıp uyum bozucu hale geldiğini ve bununla nasıl başa çıkabileceğimizi anlatmaya çalışacağız.

Kaygı Nedir? Nasıl Bir Duygudur?

İngilizcesi anxiety olan duygu, dilimizde hem kaygı hem de anksiyete olarak kullanılmaktadır. Korkuyla benzerlikleri olan kaygı, gerçek ya da algılanan tehdide karşı verilen tepki olan korkudan farklı olarak, geleceğe yönelik bir tehdit beklentisine ya da belirsizlik durumuna verilen duygusal tepkidir. Yani, karşımda kocaman ve saldırgan bir köpek varken hissettiğimiz duygu korku iken, ya karşıma köpek çıkarsa diye düşünürken hissettiğimiz duygu kaygıdır. Kaygının fizyolojik, bilişsel ve davranışsal boyutları vardır. Fizyolojik boyutu, bedenimizin kaygı deneyimi sırasında nasıl değiştiği ile ilgilidir. Kaygı hissedilen durumlarda kalp atışının ve nefes alış verişin hızlanması ve terleme gibi, korku anında da görülen tepkiler verilebilirken, bazen de kaslarda aşırı gerginlik, tetikte olma, aşırı uyarılmışlık tepkileri görülür. Bu bedensel tepkiler sayesinde beden durum karşısında stres tepkileri olan savaşmaya ya da kaçmaya hazır hale gelir. Bilişsel boyut, “Ya başarısız olursam?” ya da “Ya kötü bir şey olursa?” gibi kaygı deneyimi sırasında akıldan geçen ya da dile dökülen tekrarlayan düşünceleri temsil eder. Davranışsal boyut ise kaygı durumunda ortaya çıkan davranışları kapsar. Korkan bir kişi duruma kaçarak tepki verirken kaygı durumunda gelecekteki potansiyel tehlikeden korunmak için önlem alma ya da olası tehlikeden kaçınma söz konusudur. Her kaygı deneyiminde bu 3 boyut bir arada yer almayabilir. Bazen kişi kaygılı olduğunun farkında olmayabilir ama fizyolojik belirtiler ve davranışsal kaçınma gözlemlenebilir. Bu özellikleriyle kaygı, bir tehlikeye ya da zorluğa karşı bizi uyarmak için var olan yararlı bir mekanizmadır. Ancak, bu duygu yoğun ve sürekli hale geldiğinde yıpratıcı olabilir.

Kaygım İçin Psikolojik Destek Almalı Mıyım?

Öncelikle bir önceki yazımızda da söz ettiğimiz bir konuyu hatırlatmak isteriz. Psikoterapi desteği almak için probleminizin sizi işlevsiz hale getirmesini beklemenize gerek yok. Bir konunun problem olma potansiyeli olduğunu fark ettiğinizde ya da bir psikolojik sıkıntınız olmadan da sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak, zorluklarla baş etme becerinizi geliştirmek ve psikolojik gücünüzü artırmak için de psikoterapiye başvurabilirsiniz.

Yukarıda da söz ettiğimiz gibi kaygı, geleceğe yönelik bir tehdit beklentisine ya da belirsizlik durumuna verilen normal bir duygusal tepkidir. Hayal edin, bir sınavınız/sunumunuz yaklaşıyor. “Başarabilecek miyim?” benzeri düşünceler sizi haftalar öncesinden kaygılandırmaya başlıyor. Aslında, belli bir düzeyde olan bu kaygı bizi motive eder ve hedeflerimize ulaşmamızı kolaylaştırabilir. Başarısızlık anını yaşamamak için sunumumuza/sınavımıza daha dikkatli ve özenli hazırlanırız. Bu şekilde, kendimizi olası başarısızlık, tehdit ve tehlikelerden korumak için belirli bir düzeyde kaygıya ihtiyaç duyuyoruz. Yapılan çalışmalar, kaygı düzeyi ile elde edilen başarı arasında bir ilişki olduğunu ve bu ilişkinin ters U şeklinde görüldüğünü göstermektedir. Yani, hiç kaygı duymayan bir insanın başarılı olma olasılığı düşükken kaygı seviyesi arttıkça, kaygı kişiyi çalışmaya teşvik edeceği için bu kişinin başarısının da artması beklenmektedir. Ancak kişinin kaygı seviyesi belli bir seviyenin üzerine çıktığında bu ne yazık ki başarıda düşüşe sebep olmaktadır. Ters U şekline geri dönersek, hiç kaygı duymayan kişinin başarı seviyesiyle aşırı kaygı duyan kişinin başarı düzeyi benzerlik gösterebilir. Ayrıca, yukarıda kaygı durumlarında ortaya çıkan bedensel değişimlerden de söz etmiştik. Bir tehditle mücadele esnasında bu tarz değişiklikler bizim için işlevselken, bunların sürekli hale gelmesi hem psikolojik hem de beden sağlığımız açısından olumsuz etkilere sebep olabilir.

Normal Kaygı ve Anormal (Patolojik) Kaygıyı Nasıl Ayırırım?

Öncelikle unutmamamız gereken bir nokta var: Her birey biriciktir ve her bireyin deneyimi kendi bağlamında değerlendirilmelidir. Benim bütün işlevselliğimi bozan bir kaygı, başka biri için çok da önemli olmayabilir. O nedenle herkesi kendi koşulları ve kişilik özellikleri açısından değerlendirmek gerekir.

Kaygının normal bir kaygı mı yoksa patolojik bir kaygı mı olduğunu anlamak için dikkat edilebilecek bazı noktalar mevcuttur. Öncelikle, deneyimlediğiniz kaygı, yoğunluk ve sıklık bakımından psikolojik olarak sizi zorluyor mu? Yaşamınızın kontrolü kendi elinizde mi yoksa direksiyonda kaygı mı var? Potansiyelinizi ortaya koyabiliyor musunuz, yoksa kaygı size engel mi oluyor? Çevrenizdekiler abarttığınızı düşünüyor mu? Yani, size kaygınızı tetikleyen uyaranın yaratacağı olası tehditle orantısız tepki verdiğinizi söyleyenler oluyor mu? Peki, deneyimlediğiniz kaygı işlevselliğinizi bozuyor mu? Yani, iş/okul ve sosyal yaşamınızı ya da gündelik işlerinizi yerine getirmenizi engelliyor mu? Bu sorulara cevaplarınız çoğunlukla “evet” ise kaygınızın patolojik boyutta olduğunu düşünebilir ve bir uzmandan yardım alabilirsiniz.

Kaygı bozuklukları, hangi uyaranın sizde kaygı uyandırdığına ve bu uyaranın ne gibi düşünce ve inançları tetiklediğine göre farklılaşmaktadır. Ruhsal Bozuklukların Tanısal ve İstatistiksel El Kitabı’nda (DSM-5) kaygı bozuklukları kategorisinde yer alan bozukluklar şu şekilde sıralanır: ayrılma kaygısı bozukluğu, seçici konuşmazlık (selective mutism), özgül fobiler, sosyal kaygı bozukluğu (sosyal fobi), panik bozukluk, agorafobi ve genellenmiş kaygı bozukluğu. Önümüzdeki haftalarda bu bozuklukları detaylandıracağımız yazılarımızı okuyabilirsiniz.

Neden Ben Bu Kadar Kaygılıyım?

Bazen “Arkadaşlarımla aynı şeyi yaşıyoruz, hepimizin hayatındaki sorunlar aynı yoğunlukta ama onlar kaygı deneyimlemezken benim kaygı düzeyim işlevselliğimi bozuyor. Neden ben?” şeklinde düşünebilirsiniz. Tabii ki araştırmacıların bu soruyu yanıtlamak amacı ile yaptıkları pek çok çalışma var.

İlk olarak, yapılan çalışmalar genetik yatkınlığın kaygı bozukluğu yaşama olasılığını artırdığını göstermektedir. Yani, geniş ailenizde kaygı bozukluğu olan biri varsa kaygı bozukluğu olan herhangi bir akrabası olmayan kişilere göre sizin kaygı bozukluğuna sahip olma olasılığınız 3-5 kat daha fazladır.

Bunun yanında kişilerin mizaçları ve kişilik özellikleri de kaygı bozukluklarına yatkınlıklarını etkilemektedir. Örneğin, mizaç özellikleri olan utangaçlık ve davranışsal baskılanma kaygı bozukluklarıyla ilişkili bulunmuştur. Kişilik özelliklerindense duygusal dengesizlik (neuroticism) ve kaygılı bir kişiliğe (trait anxiety) sahip olmak da yine kaygı bozukluklarına yatkınlığı artıran faktörler olarak öne çıkmaktadır.

Kaygı bozukluğu geliştirme riskini etkileyen bir diğer önemli faktör psikolojik etmenlerdir. Kişilerin travma öyküsünün varlığı kaygı bozukluğu ile ilişkili bulunmuştur. Ebeveynlerin aşırı müdahaleci ve korumacı olmalarına karşın yeterli yakınlık ve sıcaklık göstermemeleri, ayrıca kişinin güvensiz bağlanma stillerinden birine sahip olması, kaygı bozukluğu geliştirme yatkınlığını artırmaktadır. Ayrıca, bizler sosyal varlıklar olarak pek çok şeyi başkalarıyla etkileşimlerimiz sırasında öğreniyoruz. Kaygı duyulması gereken durum, kişi ve nesneleri de bu şekilde başkalarını gözlemleyerek öğreniyoruz. Köpekten korkan ve her köpek gördüğünde çığlıklar atan bir kadının çocuğunun köpek fobisi geliştirmesi olasıdır.

İçinde yaşadığımız kültürün özellikleri de kaygı deneyimlerimizde rol oynamaktadır. Doğu kültürlerindeki kişiler aileyi hayal kırıklığına uğratma ya da toplumsal normlara uymama konularında daha çok kaygı yaşayabilir, diğer tarafta batı kültürlerindeki kişilerde kariyer hedeflerine ulaşamama ya da kimliğini oluşturamama ve kendini ifade edememe gibi durumlar daha çok kaygı uyandırabilir. Bununla birlikte, doğu kültürlerinde belirtiler daha çok baş dönmesi, ellerde titreme gibi bedensel şikayetler olarak ortaya çıkarken, batı kültürlerinde gerginlik hissi, kontrol kaybı korkusu gibi psikolojik belirtiler şeklinde görülmektedir. Bunun, içinde yaşanan toplumun neyi kabul edeceğine ve neyi yargılamadan kişiye yardım eli uzatacağına göre farklılaştığı düşünülmektedir.

Kaygımla Nasıl Başa Çıkarım?

Öncelikle, normal düzeyde bir kaygı yaşıyorsanız bu kaygıyı kendi çabalarınızla düzenleyebilirsiniz. Kaygı ile baş etmede en temel adımlardan biri nefes egzersizleridir. Diyafram nefesi almak, sizi sakinleştirme fonksiyonu olan sinir sistemiyle bağlantılı olduğu için kaygı belirtilerinizin azalmasını sağlayacaktır. Bunun yanında kaygı geleceğe odaklı bir duygu olduğu için, anda kalma egzersizleri de yine kaygınızı düzenlemenizde size yardımcı olacaktır. Bunun için içinde bulunduğunuz anda duyularınızdan birine odaklanıp deneyiminizi gözlemleyebilirsiniz. Odaklanacağınız şey yediğiniz yemek, rüzgarda sallanan bir yaprak ya da rüzgarın/güneşin teninizde bıraktığı his olabilir. Kaygı ile baş etmede kullanabileceğiniz bir diğer yöntem düşünceleriniz ile ilgilidir. Kaygı yaratan düşüncelerinizin ne kadar gerçekçi olduğunu sorgulayabilirsiniz. Gerçekçi olmayan düşünceleri fark etmeniz kaygınızı da azaltacaktır. Egzersiz yapmak, vücudunuzda endorfin salgılatacağı ve bu yolla stresi azaltacağı için yine kaygı düzenleme sürecinde yararlanabileceğiniz bir aktivitedir. Son olarak, eğer kaygınızı düzenlemekte zorlanıyorsanız ve artık işlevselliğinizi bozduğunu düşünüyorsanız bir psikoterapist desteği alabilirsiniz.

Kaygıyı tamamen ortadan kaldırmak yerine, onunla barış yapmak ve etkili bir şekilde düzenlemek mümkündür. Unutmayın ki, kaygı sadece sizin değil, herkesin yaşadığı bir duygudur. Bu yazı serisinin ilerleyen haftalarında, kaygı bozukluklarının türlerini ayrıntılı olarak incelemeye devam edeceğiz.

Psikolog Dr. Emine İnan – Ankara

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Psikoterapiye başlama kararı birçok kişi için hem heyecan verici hem de kaygı uyandırıcı bir deneyim olabilir. Bu nedenle genellikle psikoterapiye başlamak çok kolay verilebilen bir karar değildir. Bu süreçte kişilerin aklına “Terapiye gerçekten ihtiyacım var mı?” ya da “Terapiye gitmeli miyim?” gibi sorular gelebilmektedir. Bu yazımızda psikoterapinin ne olduğu, psikoterapiden ve psikoterapi ilk seansından ne beklemeniz gerektiği ile ilgili bilgilere değinilecektir.

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Bu soruya verilecek ilk cevap şudur: Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir. Psikoterapiye başlamak için illa ki belirli belirtilere sahip olmanız gerekmemektedir. Hiçbir psikolojik sıkıntınız olmasa bile sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak, zorluklarla baş etme becerinizi geliştirmek ve psikolojik gücünüzü artırmak için de psikoterapist desteği alabilirsiniz. Ancak, popüler kültürde karşılaşılan “Herkesin bir psikoterapisti olmalı.” gibi söylemlerin çok da doğru olmayabileceği unutulmamalıdır. Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir ama herkes psikoterapi almak durumunda değildir. Bunun dışında ise, kendinizi uzun süredir her zamankinden daha üzgün, mutsuz, öfkeli ya da kaygılı hissediyor ve bununla baş edemediğinizi düşünüyorsanız, ilişkilerinizde hep benzer ve size iyi gelmeyen örüntüler fark ediyorsanız, kendinizi çok yorgun hissediyor ve bir şeyler yapmak için eskisi gibi motive olamıyorsanız, yaşadığınız psikolojik sıkıntılar ilişkilerinizde, iş ve okul yaşamınızda, kişisel bakımınızda düşüşe neden olduysa bir uzmandan yardım almanız sizin için oldukça faydalı olacaktır.

Psikoterapiden ne beklemeliyim?

Psikoterapi, kişilerin kendilerini duyguları, düşünceleri, davranışları açısından daha iyi tanımalarına, problem çözme becerilerini geliştirmelerine ve yaşamlarında olumlu değişimler yapmalarına yardımcı olan profesyonel bir destek sürecidir. Psikoterapiden ne beklemeliyim sorusunu yanıtlarken “Psikoterapiden ne beklememelisiniz?” sorusuna yanıt vermek gereklidir. Psikoterapiden sihirli bir değnek beklememelisiniz. “Psikoterapistiniz size bazı bilgiler verecek ve siz bunu duyduğunuzda ya da uyguladığınızda yaşadığınız problem birden birde ortadan kalkacak” şeklinde bir senaryo psikoterapi için gerçekçi değildir. Psikoterapi hızlı çözümler ve anında bir iyileşme sunmaz.

Bir diğer önemli konu tavsiyeler ile ilgilidir. Psikoterapistiniz sizin adınıza karar vermez, tavsiyeler sunmaz ve problemlerinizi çözmez. Psikoterapistiniz size hiçbir zaman “Partnerinizden ayrılmalısınız.” ya da “İşinizi değiştirmelisiniz.” şeklinde tavsiyeler vermez. Ancak, bu kararlara varmanız gerekiyorsa, sizin yanınızda olarak, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı daha iyi anlamanız konusunda sizi teşvik eder, seçeneklerin sonuçlarını görmeniz ve değerlendirebilmeniz için esnek düşünme yollarını öğretir ve sonuç olarak kendi kararınızı vermeniz konusunda sizi destekler.

Psikoterapiye başladığınızda her seanstan “rahatlamış, mutlu, huzurlu” çıkmanız çok gerçekçi değildir. Psikoterapi süreci bazen oldukça zorludur. Çünkü, kendinizle ilgili daha önce fark etmediğiniz yönleriniz ile yüzleşmek, derin duygusal konuları keşfetmek, değişim için her zamankinden farklı adımlar atmak çoğunlukla zorlayıcıdır. Ancak bu zorluk, ardından gelecek olan büyüme ve iyileşme için son derece gereklidir.

Psikoterapi sürecinde terapistiniz sizi yargılamaz ya da eleştirmez. Anlattığınız her şey sizi daha iyi tanımak, zorlandığınız noktalara ışık tutmak ve gelişmeyi ve iyileşmeyi sağlamak için kullanılır.

Peki, psikoterapiden neler beklemeliyim? Öncelikli olarak psikoterapinin bir süreç olduğunu, bu süreçte psikoterapistiniz ile kurduğunuz güvenli ve yargılanmadığınız bir ilişki içerisinde kendinizi derinlemesine anlamak üzerine çalışacağınızı akılda bulundurabilirsiniz. Terapide, psikoterapistinizin ekolüne göre farklılaşmakla birlikte duygularınız, düşünceleriniz, davranışlarınız, düşüncelerinizin altında yatan şemalarınız, ilişkilerinizdeki kalıplar ve dinamikler, geçmiş yaşantılarınızın tüm bunlar üzerindeki etkileri gibi konuları keşfederek kendinizle ilgili içgörünüzü arttırırsınız. Bu farkındalıklar ile birlikte sizi psikoterapiye getiren problemlerinizin nereden kaynaklandığı aydınlanacaktır. Bu noktada, psikoterapistiniz sahip olduğu eğitimin getirdiği yöntem ve uygulamalar ile problemlerinizi çözme konusunda size destek olacaktır.

Psikoterapide gelişimin her zaman doğrusal olarak ilerlemediği ya da sürecin herkes için tıpa tıp aynı ilerlemediği akılda bulundurulmalıdır. Psikoterapi sürecinde kendinizi keşfetmek için motivasyona ve farkındalıklara erişimin ardından sorumluluk almaya ihtiyacınız olduğunu ve değişim için aksiyon almanız gerektiğini unutmamalısınız.

İyi bir psikoterapi süreci sonunda, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı derinlemesine tanıdığınız, problemler ile baş etme kapasitenizin geliştiği, kendinizi iyi ve geliştirebilir yanlarınız ile kabul ettiğiniz, sınırlarınızı fark ettiğiniz ve koruyabildiğiniz, esnekliğinizi ve psikolojik dayanıklılığınızı arttırdığınız bir hal ile psikoterapiden ayrılırsınız.

Psikoterapi ne kadar sürer?

Bu soruya verilebilecek net bir yanıt yoktur. Sorunun doğasına ve çalışılan psikoterapi yaklaşımına göre süreler farklılaşmaktadır. Örneğin, psikanalitik terapi, bilişsel davranışçı terapiye göre çok daha uzun süreler devam etmektedir. Sınav kaygısı üzerine çalışmak, kalıplaşmış ilişki problemleri ya da travmatik deneyimler ile çalışmaktan çok daha kısa sürmektedir. Bununla birlikte pek çok danışan 8-10 seans gibi sürelerde belirgin değişimler görmeye başlamaktadır. Ancak, tam ve kapsamlı bir gelişim genellikle 1-2 yıl ya da daha uzun bir süre alabilmektedir. Bu noktada, psikoterapinin ne kadar süreceğine verilebilecek en net cevap, bu sürenin kişinin değişim ve gelişim için ne kadar kaynak ayırmak ve emek vermek isteyeceği ve yaşadığı problemden ne kadar rahatsız olduğu ile ilişkili olduğudur.

İlk seansta neler beklemeliyim?

Psikoterapinin ilk seansı sizi ve psikoterapisti tanıştıran ilk adımdır. İlk seans sizi tanımak üzerine şekillenecektir. Danışanı tanıma tabi ki yalnızca bir seans ile sınırlanabilecek bir şey değildir. Ancak ilk seansın tamamı bunun üzerine yapılandırılır. “Sizi psikoterapiye başvurmaya yönlendiren ana etmen nedir?, “Psikoterapiden beklentileriniz nelerdir?” gibi konuların tümü ilk seansta ele alınır. Seansta sizi psikoterapiye yönlendiren nedenlerin detaylı bir şekilde ele alınmasının yanı sıra sizi tanıma üzerine de sorular sorulacaktır. Psikoterapi ekolünün ve başvuru yaptığınız problemin doğasına göre değişmek ile birlikte genellikle aile geçmişiniz, ilişkileriniz, iş ve okul yaşantınız, yaşamınızdaki önemli olaylar, şu anki duygu durumunuz ile ilgili bilgiler genellikle ilk seansta alınır. Bu paylaşım kendinizi ne kadar rahat hissederseniz o derinlikte olabilir. İlk seanstan tüm detayları vermek isteyebilirsiniz ya da istemeyebilir ve daha rahatladıkça ileriki seanslarda detaylandırabilirsiniz.

İlk seansta üzerinde durulacak bir diğer konu psikoterapi hedeflerinizdir. “Psikoterapiden beklentileriniz neler?”, “Psikoterapi süreci sonlandığında nelerin şu andan farklı olmasını istiyorsunuz?” gibi sorular üzerinde durulabilir. Eğer hedefleriniz psikoterapinin yapısı ile ya da psikoterapistinizin ekolü ile uyumlu değil ise psikoterapist sizi hedefleriniz ile daha uyumlu bir uzmana ya da kaynağa yönlendirebilir ya da psikoterapinin ve kendi ekolünün hedeflerini sizinle paylaşır ve siz bunu uygun bulursanız birlikte psikoterapi sürecine başlama kararı verebilirsiniz.

Psikoterapiye başvurma nedeniniz ve sizi tanıma kısımlarının dışında psikoterapistiniz sizi psikoterapinin kuralları ve özellikleri ile ilgili bilgilendirecektir. Seanslarda sizden neler beklediği, ne sıklıkta görüşeceğiniz, terapinin gizlilik sınırları gibi konularda sözlü ya da yazılı olarak bilgilendirme ilk seansta gerçekleşir.

Tüm bunların ötesinde temelde, ilk seans güvenli ilişki kurmanın başlangıcıdır. Psikoterapi süreci, danışan ile psikoterapist arasındaki ilişki ne kadar sağlam ve sağlıklı kurulursa o kadar olumlu ilerleyecektir ve ilk seans bu sürecin başlangıcını temsil eder. Kendinizi bir yabancıya açmak zorlayıcı görünebilir, ancak bu süreç zamanla daha kolay ve doğal hale gelecektir. İlk seans bu zorlanmayı aşmak için bir adımdır. Zamanla psikoterapistiniz ile aranızdaki ilişki güçlenecek, kendinizi daha rahat hissedecek ve aldığınız faydanın arttığını fark edeceksiniz.

Eğer psikoterapiye başlamayı düşünüyorsanız, bu, kendiniz için atacağınız en anlamlı adımlardan biri olabilir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım