Yaygın Kaygı Bozukluğu

Kaygı yazı serimizin üçüncüsünün konusu yaygın kaygı bozukluğu. Toplumda sosyal fobi, panik atak gibi kaygı bozuklukları daha çok bilinmektedir. Ancak yaygın kaygı bozukluğu kaygı bozuklukları arasında en az bilinenlerden olsa da oldukça sık görülür. Genellenmiş kaygı olarak da karşımıza çıkabilen bu bozukluk adından da tahmin yürütülebileceği üzere hayatın birçok alanına yayılmış, genellenmiş bir kaygı ile karakterizedir. Sosyal fobide kaygı duyulan şey sosyal ortamlar; fobilerde hayvanlar, doğa ya da spesifik durumlar ya da nesnelerken yaygın kaygıda belirli bir nesne ya da durum söz konusu değildir.

Yaygın kaygı bozukluğu nedir?

Yaygın kaygı bozukluğuna sahip bireyler sürekli bir gerginlik ve endişe hali içindedirler. Kaygılar sıklıkla aşırı, kontrol edilemez ve hayat kalitesini düşürücü hale gelir. Genellikle sağlık, gelecek, ilişkiler, kendisinin ya da sevdiklerinin başına bir şey gelme ihtimali ve maddi durum gibi konularda uzun süreli ve yoğun endişeler yaşarlar. Bu konular hakkında kaygılanmak normal olabilir ancak yaygın kaygı bozukluğu olan kişiler için bu kaygı hiç bitmez ve sürekli farklı konulara yönelir. Çocuğunu arayıp ulaşamadığında başına bir şey geldiği düşüncesi ile ciddi bir kaygı yaşayan ebeveyn, eşi işte problemler yaşadı diye işten atılacağını ve gelecekte maddi anlamda ciddi güçlükler yaşayacaklarını düşünen kişi, sevgilisi doğum gününü unuttu diye sevgilisinin kendisini sevmediğini ve ayrılacaklarını düşünen kişi yaygın kaygı bozukluğu yaşıyor olabilir. “E buna benzer endişeleri ben de yaşıyorum. Bende yaygın kaygı bozukluğu mu var?” demeniz bu noktada çok muhtemel. Hepimiz bazen gelecek hakkında kaygılanırız. İşler yolunda gitmediğinde içimizde huzursuzluk olur. Ancak, eğer kaygı sizin yaşamınızda ciddi bir rutin haline geldiyse, kaygılı anlarınız rahat anlarınızdan fazlaysa, sürekli tetikteyseniz ve bu durumlar işlevselliğinizi bozuyorsa, yaygın kaygı bozukluğu yaşıyor olabilirsiniz.

Neden Olur?

Yaygın Kaygı bozukluğunun tek bir nedeni yoktur, ancak bazı faktörler riski artırabilir:

  • Çocukluk döneminde ya da şimdiki zamanda tehlikeli durumlara maruz kalmak bireylerin kaygıya daha yatkın olmalarına neden olabilir.
  • Aşırı korumacı ebeveynler bireylerin baş edebilme yeteneği geliştirememesine, dolayısıyla olası olumsuz durumlar ile ilgili kaygı yaşamalarına neden olabilir.
  • Belirsiz, stresli ve güvensiz yaşam koşullarına sahip olmak
  • Aşırı tehdit algısı
  • Belirsizliğe tahammülün düşük olması
  • Mükemmeliyetçi ve hataya tahammülü olmayan bir kişiliğe sahip olmak
  • Genetik yatkınlık

Patolojik Kaygıyı Nasıl Ayırt Edebiliriz?

Kaygının normal olup olmadığını anlamanın birkaç yolu var. Eğer:

✔ Eğer bu tür düşünceler sürekli zihninizi meşgul ediyorsa, küçük şeyler bile sizi kaygılandırıyor ve rahatlamanıza izin vermiyorsa,

✔ Sürekli kaygılı hissediyorsanız ve kaygılarınızın mantıklı olmadığını bilmenize rağmen durduramıyorsanız,
✔ Kaygınız günlük işlerinizi ve sosyal hayatınızı olumsuz etkiliyorsa,
✔ Vücudunuzda fiziksel belirtiler yaşıyorsanız (kas gerginliği, çabuk yorulma, çabuk öfkelenme, uyku bozukluğu, çarpıntı, odaklanmada güçlük),
✔ Dikkatinizi toplamakta zorlanıyorsanız, kaygınız patolojik hale gelmiş olabilir.

Başa Çıkmak İçin Neler Yapabilirsiniz?

✔ Düşüncelerinizi sorgulayın: Kaygılarınız gerçekçi mi? Gerçekten bu kadar kötü bir senaryo olasılığı var mı?
✔ Gevşeme teknikleri kullanın: Nefes ve gevşeme egzersizleri, meditasyon veya yürüyüş yapmak kaygıyı hafifletebilir.
✔ Belirsizliği kabul edin: Hayatı tamamen kontrol edemezsiniz. Her olasılığı düşünerek geleceği yönetmeye çalışmak sadece zihinsel yorgunluk getirir. Daha kaliteli bir yaşama sahip olmanızı sağlamaz.
✔ Profesyonel destek alın: Eğer kaygınız hayatınızı ciddi anlamda etkiliyorsa, bir uzmandan destek almak en sağlıklı adımdır. Gerektiğinde ilaç tedavisine başvurmak işinizi kolaylaştırabilir. Kaygı hayatın bir parçasıdır, ancak kontrolü ele geçirip sizi yönetmesine izin vermemek sizin elinizdedir. Kaygıyı tanıyıp onunla baş etmeyi öğrendiğinizde yaşam kaliteniz ciddi anlamda artacaktır.

Bu derece yoğun bir kaygı ile yaşamak zorunda olmadığınızı, bundan kurtulabileceğinizi unutmayın.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım – Ankara

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Psikoterapiye başlama kararı birçok kişi için hem heyecan verici hem de kaygı uyandırıcı bir deneyim olabilir. Bu nedenle genellikle psikoterapiye başlamak çok kolay verilebilen bir karar değildir. Bu süreçte kişilerin aklına “Terapiye gerçekten ihtiyacım var mı?” ya da “Terapiye gitmeli miyim?” gibi sorular gelebilmektedir. Bu yazımızda psikoterapinin ne olduğu, psikoterapiden ve psikoterapi ilk seansından ne beklemeniz gerektiği ile ilgili bilgilere değinilecektir.

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Bu soruya verilecek ilk cevap şudur: Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir. Psikoterapiye başlamak için illa ki belirli belirtilere sahip olmanız gerekmemektedir. Hiçbir psikolojik sıkıntınız olmasa bile sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak, zorluklarla baş etme becerinizi geliştirmek ve psikolojik gücünüzü artırmak için de psikoterapist desteği alabilirsiniz. Ancak, popüler kültürde karşılaşılan “Herkesin bir psikoterapisti olmalı.” gibi söylemlerin çok da doğru olmayabileceği unutulmamalıdır. Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir ama herkes psikoterapi almak durumunda değildir. Bunun dışında ise, kendinizi uzun süredir her zamankinden daha üzgün, mutsuz, öfkeli ya da kaygılı hissediyor ve bununla baş edemediğinizi düşünüyorsanız, ilişkilerinizde hep benzer ve size iyi gelmeyen örüntüler fark ediyorsanız, kendinizi çok yorgun hissediyor ve bir şeyler yapmak için eskisi gibi motive olamıyorsanız, yaşadığınız psikolojik sıkıntılar ilişkilerinizde, iş ve okul yaşamınızda, kişisel bakımınızda düşüşe neden olduysa bir uzmandan yardım almanız sizin için oldukça faydalı olacaktır.

Psikoterapiden ne beklemeliyim?

Psikoterapi, kişilerin kendilerini duyguları, düşünceleri, davranışları açısından daha iyi tanımalarına, problem çözme becerilerini geliştirmelerine ve yaşamlarında olumlu değişimler yapmalarına yardımcı olan profesyonel bir destek sürecidir. Psikoterapiden ne beklemeliyim sorusunu yanıtlarken “Psikoterapiden ne beklememelisiniz?” sorusuna yanıt vermek gereklidir. Psikoterapiden sihirli bir değnek beklememelisiniz. “Psikoterapistiniz size bazı bilgiler verecek ve siz bunu duyduğunuzda ya da uyguladığınızda yaşadığınız problem birden birde ortadan kalkacak” şeklinde bir senaryo psikoterapi için gerçekçi değildir. Psikoterapi hızlı çözümler ve anında bir iyileşme sunmaz.

Bir diğer önemli konu tavsiyeler ile ilgilidir. Psikoterapistiniz sizin adınıza karar vermez, tavsiyeler sunmaz ve problemlerinizi çözmez. Psikoterapistiniz size hiçbir zaman “Partnerinizden ayrılmalısınız.” ya da “İşinizi değiştirmelisiniz.” şeklinde tavsiyeler vermez. Ancak, bu kararlara varmanız gerekiyorsa, sizin yanınızda olarak, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı daha iyi anlamanız konusunda sizi teşvik eder, seçeneklerin sonuçlarını görmeniz ve değerlendirebilmeniz için esnek düşünme yollarını öğretir ve sonuç olarak kendi kararınızı vermeniz konusunda sizi destekler.

Psikoterapiye başladığınızda her seanstan “rahatlamış, mutlu, huzurlu” çıkmanız çok gerçekçi değildir. Psikoterapi süreci bazen oldukça zorludur. Çünkü, kendinizle ilgili daha önce fark etmediğiniz yönleriniz ile yüzleşmek, derin duygusal konuları keşfetmek, değişim için her zamankinden farklı adımlar atmak çoğunlukla zorlayıcıdır. Ancak bu zorluk, ardından gelecek olan büyüme ve iyileşme için son derece gereklidir.

Psikoterapi sürecinde terapistiniz sizi yargılamaz ya da eleştirmez. Anlattığınız her şey sizi daha iyi tanımak, zorlandığınız noktalara ışık tutmak ve gelişmeyi ve iyileşmeyi sağlamak için kullanılır.

Peki, psikoterapiden neler beklemeliyim? Öncelikli olarak psikoterapinin bir süreç olduğunu, bu süreçte psikoterapistiniz ile kurduğunuz güvenli ve yargılanmadığınız bir ilişki içerisinde kendinizi derinlemesine anlamak üzerine çalışacağınızı akılda bulundurabilirsiniz. Terapide, psikoterapistinizin ekolüne göre farklılaşmakla birlikte duygularınız, düşünceleriniz, davranışlarınız, düşüncelerinizin altında yatan şemalarınız, ilişkilerinizdeki kalıplar ve dinamikler, geçmiş yaşantılarınızın tüm bunlar üzerindeki etkileri gibi konuları keşfederek kendinizle ilgili içgörünüzü arttırırsınız. Bu farkındalıklar ile birlikte sizi psikoterapiye getiren problemlerinizin nereden kaynaklandığı aydınlanacaktır. Bu noktada, psikoterapistiniz sahip olduğu eğitimin getirdiği yöntem ve uygulamalar ile problemlerinizi çözme konusunda size destek olacaktır.

Psikoterapide gelişimin her zaman doğrusal olarak ilerlemediği ya da sürecin herkes için tıpa tıp aynı ilerlemediği akılda bulundurulmalıdır. Psikoterapi sürecinde kendinizi keşfetmek için motivasyona ve farkındalıklara erişimin ardından sorumluluk almaya ihtiyacınız olduğunu ve değişim için aksiyon almanız gerektiğini unutmamalısınız.

İyi bir psikoterapi süreci sonunda, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı derinlemesine tanıdığınız, problemler ile baş etme kapasitenizin geliştiği, kendinizi iyi ve geliştirebilir yanlarınız ile kabul ettiğiniz, sınırlarınızı fark ettiğiniz ve koruyabildiğiniz, esnekliğinizi ve psikolojik dayanıklılığınızı arttırdığınız bir hal ile psikoterapiden ayrılırsınız.

Psikoterapi ne kadar sürer?

Bu soruya verilebilecek net bir yanıt yoktur. Sorunun doğasına ve çalışılan psikoterapi yaklaşımına göre süreler farklılaşmaktadır. Örneğin, psikanalitik terapi, bilişsel davranışçı terapiye göre çok daha uzun süreler devam etmektedir. Sınav kaygısı üzerine çalışmak, kalıplaşmış ilişki problemleri ya da travmatik deneyimler ile çalışmaktan çok daha kısa sürmektedir. Bununla birlikte pek çok danışan 8-10 seans gibi sürelerde belirgin değişimler görmeye başlamaktadır. Ancak, tam ve kapsamlı bir gelişim genellikle 1-2 yıl ya da daha uzun bir süre alabilmektedir. Bu noktada, psikoterapinin ne kadar süreceğine verilebilecek en net cevap, bu sürenin kişinin değişim ve gelişim için ne kadar kaynak ayırmak ve emek vermek isteyeceği ve yaşadığı problemden ne kadar rahatsız olduğu ile ilişkili olduğudur.

İlk seansta neler beklemeliyim?

Psikoterapinin ilk seansı sizi ve psikoterapisti tanıştıran ilk adımdır. İlk seans sizi tanımak üzerine şekillenecektir. Danışanı tanıma tabi ki yalnızca bir seans ile sınırlanabilecek bir şey değildir. Ancak ilk seansın tamamı bunun üzerine yapılandırılır. “Sizi psikoterapiye başvurmaya yönlendiren ana etmen nedir?, “Psikoterapiden beklentileriniz nelerdir?” gibi konuların tümü ilk seansta ele alınır. Seansta sizi psikoterapiye yönlendiren nedenlerin detaylı bir şekilde ele alınmasının yanı sıra sizi tanıma üzerine de sorular sorulacaktır. Psikoterapi ekolünün ve başvuru yaptığınız problemin doğasına göre değişmek ile birlikte genellikle aile geçmişiniz, ilişkileriniz, iş ve okul yaşantınız, yaşamınızdaki önemli olaylar, şu anki duygu durumunuz ile ilgili bilgiler genellikle ilk seansta alınır. Bu paylaşım kendinizi ne kadar rahat hissederseniz o derinlikte olabilir. İlk seanstan tüm detayları vermek isteyebilirsiniz ya da istemeyebilir ve daha rahatladıkça ileriki seanslarda detaylandırabilirsiniz.

İlk seansta üzerinde durulacak bir diğer konu psikoterapi hedeflerinizdir. “Psikoterapiden beklentileriniz neler?”, “Psikoterapi süreci sonlandığında nelerin şu andan farklı olmasını istiyorsunuz?” gibi sorular üzerinde durulabilir. Eğer hedefleriniz psikoterapinin yapısı ile ya da psikoterapistinizin ekolü ile uyumlu değil ise psikoterapist sizi hedefleriniz ile daha uyumlu bir uzmana ya da kaynağa yönlendirebilir ya da psikoterapinin ve kendi ekolünün hedeflerini sizinle paylaşır ve siz bunu uygun bulursanız birlikte psikoterapi sürecine başlama kararı verebilirsiniz.

Psikoterapiye başvurma nedeniniz ve sizi tanıma kısımlarının dışında psikoterapistiniz sizi psikoterapinin kuralları ve özellikleri ile ilgili bilgilendirecektir. Seanslarda sizden neler beklediği, ne sıklıkta görüşeceğiniz, terapinin gizlilik sınırları gibi konularda sözlü ya da yazılı olarak bilgilendirme ilk seansta gerçekleşir.

Tüm bunların ötesinde temelde, ilk seans güvenli ilişki kurmanın başlangıcıdır. Psikoterapi süreci, danışan ile psikoterapist arasındaki ilişki ne kadar sağlam ve sağlıklı kurulursa o kadar olumlu ilerleyecektir ve ilk seans bu sürecin başlangıcını temsil eder. Kendinizi bir yabancıya açmak zorlayıcı görünebilir, ancak bu süreç zamanla daha kolay ve doğal hale gelecektir. İlk seans bu zorlanmayı aşmak için bir adımdır. Zamanla psikoterapistiniz ile aranızdaki ilişki güçlenecek, kendinizi daha rahat hissedecek ve aldığınız faydanın arttığını fark edeceksiniz.

Eğer psikoterapiye başlamayı düşünüyorsanız, bu, kendiniz için atacağınız en anlamlı adımlardan biri olabilir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım

Utanç ve Suçluluğa Dair

Suçluluk ve utanç, sıklıkla birbiri ile karıştırılan, kabullenilmesi zor olan duygulardandır. Deneyimlemesi güç olduğu için genelde bu duyguları tetikleyecek durumlara kendimizi düşürmemek için gayret ederiz. Bu gayret, içinde bulunduğumuz toplum ve yer aldığımız gruplarda kurallara uyma ve bizden beklenenleri uygun şekilde yerine getirmemiz yönünde bizi motive eder. Her iki duygunun da tetikleyicisi genellikle hatalı ya da yanlış olarak değerlendirilen bir davranıştır. Aynı durum karşısında bazı insanlar suçluluk hissederken bazıları utanç hissetmektedirler. Peki, farklı olan ne?
Önceleri araştırmacılar bu iki duygunun ortaya çıktığı durum ya da koşulların farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak amacı ile araştırmalar yürütmüşlerdir. Ancak sonuçlar aynı koşul ve durumda hem utanç hem suçluluk hisseden insanların olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla araştırmacılar, suçluluk ve utancı durum ve koşullara göre ayrıştıramamışlardır. Daha sonra yapılan çalışmalar, insanların yaptıkları bir hatayı neye bağladıklarına göre hissettikleri duygunun değiştiğini göstermiştir. Kişi olayları dış koşullara bağlıyorsa, suçluluk ya da utanç hissetmeyecektir. Ancak kendisini sorumlu tutuyorsa ve bu hatayı kendi “problemli, eksik, kusurlu” gördüğü benliği sebebiyle yaptığına inanıyorsa bu durumda kişi utanç hissediyor. Yani, yapılan araştırmalara göre utanç duygusu kişinin benliğini nasıl değerlendirdiğiyle ilişkili olarak ortaya çıkan bir duygu. Eğer ki kişi yaptığı hatayı tek seferlik ve benliğinden bağımsız olarak değerlendiriyorsa bu durumda hissedilen duygu suçluluk oluyor.


Neden önemli bu duyguları ayırt etmek? Çünkü ayırt ettiğimizde kendimizi ya da çevremizdeki diğer insanları daha iyi anlayabileceğiz. Bazı davranışları neden yaptığımıza anlam vermek daha kolay olacak ve eğer değiştirmek istediğimiz bir durum ya da kırmak istediğimiz bir döngü varsa işe buradan başlayabileceğiz. Çünkü her hissedilen duygu bizde bir davranışı tetikler. Buna eylem yönelimi adı verilir. Utanç hissedildiğinde kişi genelde kaçma, kaçınma, uzaklaşma, saklanma eğiliminde olur. Çünkü bu kişi içten içe benliğinin kusurlu olduğuna inanır ve diğer insanların bu kusurlu benliğine şahit olmasını istemez. Öte yandan, suçlulukta kişi problemi çözmeye, hatasını telafi etmeye, özür dilemeye çalışır. Çünkü o durumda kusurlu olan davranıştır ve telafi edildiğinde sorun ortadan kalkar. Örnek vermek gerekirse, sınavdan başarısız olmuş bir öğrenciyi ele alalım. Sınav başarısızlığının ardından öğrenci “Ben başarısızım, zekâm bunları anlamak için yeterli değil” şeklinde değerlendirmeler yaparsa, bu öğrencinin hissedeceği duygu utanç olacaktır ve girmek isteyeceği davranış belki hiçbir zaman ders çalışmamak, belki okulu bırakmak olacaktır. Ancak eğer öğrenci “Bu sınava yeterince iyi çalışmadım” şeklinde bir değerlendirme yaparsa, yani kendi benliğini değil, duruma özgü özellikleri değerlendirirse, yöneleceği davranış bir sonraki sınav için daha fazla çalışmak olacaktır.


Tabii ki kişiler yalnızca suçluluk ya da yalnızca utanç deneyimlemezler. Bazı kişiler her iki duyguyu da birlikte deneyimleyebilirler. Bazıları da ikisini de deneyimlemez. Peki, bu gibi durumlarda kişiler ne gibi davranışlarda bulunur? Bunları anlayabilmek için yürüttüğümüz bir çalışmada katılımcıları suçluluk ve utanca yatkınlığı ölçen bir ölçekten aldıkları puanlara göre 4 gruba ayırdık: suçluluğa yatkın olanlar, utanca yatkın olanlar, hem suçluluğa hem utanca yatkın olanlar ve iki duyguya da yatkın olmayanlar. Katılımcıların yatkın oldukları duyguyu tetikleyebilmek için kendilerine suçlandıkları bir senaryo verildi. Sonrasında verecekleri tepkilerle ilgili olan açık uçlu sorulara yanıt vermeleri istendi. Sonuçlar görünür şekilde grupların birbirinden farklılaştığını gösterdi.
İlk olarak her iki duyguya da yatkın olmayan grupla başlayalım. Diğer gruplarla karşılaştırıldığında bu grubun daha tepkisel ve öfkeli cevaplar verdiği görüldü. Bu sonuç, yukarıda söz edilen utanç ve suçluluğun bizleri uyumlu davranışlar sergileme yönünde motive etmesi durumuyla örtüşmektedir. Bu grupta yer alan kişiler bu duyguları hissetmeye pek yatkın olmadıklarından kolaylıkla diğerleri tarafından “asi” olarak değerlendirilebilecek tepkiler verebilmektedirler. Burada toplumumuzdaki “hiç utanması yok” ifadesi akla gelebilir. Bu kişiler, kendilerine yapılan haksızlık karşısında boyun eğmeden seslerini çıkarabilmektedirler.


Utanca yatkın olan kişilerin cevaplarının çok sınırlı olduğu gözlendi. Olası en az kelimeyle tüm soruları yanıtlamaları bu kişilerin yazılı olarak soru cevaplarken bile kendilerini saklama eğiliminde olduklarını düşündürmüştür. Bu da utancın eylem yönelimiyle uyumlu bulunmuştur. Tepki olarak haksızlık karşısında kısa bir savunma yaptıkları, davranışsal olarak da uzaklaşmayı tercih ettikleri görülmüştür.


Suçluluğa yatkın bireyler kendilerine yapılan suçlamalar karşısında açıklamalar yapmıştır. Grup geneline bakıldığında da, diğer gruplarla karşılaştırıldığında, bu açıklamaların daha sakin açıklamalar olduğu görülmüştür. Suçluluk duygusunda problemli olarak değerlendirilen davranışın kendisi olduğundan, bu kişiler davranışa yönelik kendilerine göre yeterli açıklamayı yaptıklarında etkileşimi sonlandırmıştır.

Son grubumuz olan hem utanca hem suçluluğa yatkın kişilerin tepkilerine baktığımızda ise ilginç bir durum ortaya çıktı. Yalnızca utanca yatkın kişiler kendilerini ifade etmekten kaçıyordu. Yalnızca suçluluğa yatkın olanlar yeterli açıklama yapıp bırakıyorlardı. Ancak hem utanca hem suçluluğa yatkın kişilerin diğer gruplara göre belirgin şekilde çok daha fazla açıklama yaptıkları gözlemlendi. Adeta benliklerinin kusurlu olduğunu düşünmelerine suçluluğa yatkın yanları izin vermek istemiyor gibi uzun açıklamalar yapma gereği duymuşlardır. Açıklamalarının içeriği de tepkisel değil, sakin, sorun çözmek ister nitelikteydi.


Tüm bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde suçluluk ve utanca yatkın olmayan kişilerin haksızlıklar karşısında daha fazla öfkelenip tepkisel davranabilecekleri, utanca yatkın kişilerin kısa açıklamalarla ortamdan uzaklaşmaya çalışabilecekleri, suçluluğa yatkın bireylerin de gerekli açıklamayı yapıp konuyu kapatma eğiliminde olabilecekleri söylenebilir. Her iki duyguya da yatkın kişilerin tepkilerine gelindiğinde ise şimdiye kadar yapılan çalışmalara farklı bir bakış açısı getirecek bir bulgu söz konusudur. Yapılan çalışmalar sorun çözme odaklı olduğu için hep suçluluğun işlevsel bir duygu olduğunu, utancın ise işlevselliği bozan bir duygu olduğunu, eğer iki duygu bir arada yer alıyorsa utancın baskın geldiğini ve suçluluğun olası olumlu etkilerini ortadan kaldırabileceğini dile getirmiştir. Ancak bizim çalışmamızda her iki duyguya da yatkın olmak suçluluğun işlevselliğini bozmamış, aksine utancın uyum bozucu etkilerini ortadan kaldırmış ve kişilerin kendilerini savunmalarına, açıklamalar yapmalarına olanak sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında utancın yanında suçluluğa da yatkın olmak uyum bozucu değil, işlevselliği artırıcı bir durum olarak değerlendirilebilir. Tabii ki bu bulguların farklı çalışmalarla da tekrarlanıp desteklenmesi önemlidir. Çalışmanın detaylarını incelemek ve makalenin tamamına ulaşmak isterseniz eğer aşağıdaki bağlantıyı kullanarak makaleyi indirebilirsiniz.
Peki, bu bilgilerle ne yapacağız? Öncelikle, haksızlık karşısında verdiğiniz tepkilerle utanç ve suçluluğa yatkınlık bağlamında nerede olduğunuzu tahmin edebilirsiniz. Hoşnut olduğunuz ya da olmadığınız bazı davranışlarınız, tepkileriniz varsa bunların bu duygularla ilişkisini değerlendirebilirsiniz ve değiştirmek istedikleriniz üzerine farkındalıkla eğilebilirsiniz. Bu konuda kendiniz çalışabileceğiniz gibi ihtiyaç duyduğunuzda bir uzmandan da psikoterapi desteği alabilirsiniz.

Klinik Psikolog Dr. Emine İnan – Ankara

Makalenin tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

https://dergipark.org.tr/en/pub/ayna/issue/80169/1337616