Panik Bozukluk: Beden Alarma Geçerse

Önceki yazılarımızda kaygının ne kadar normal ve işlevsel bir duygu olduğundan ve bir tehdit karşısında ortaya çıktığından söz etmiştik. Ancak bazen durduk yere, ortada hiçbir sebep yokken beden kaygı tepkileri gösterebilir. Kalbiniz aniden çarpmaya başlar, nefesiniz daralır, terlersiniz, başınız döner ve kontrolünüzü kaybedecekmiş gibi hissedebilirsiniz. Eğer bu ataklar tekrarlıyorsa ve yeni bir atak geçirme endişesiyle yaşamaya başladıysanız panik bozukluğu belirtileri gösteriyor olabilirsiniz. Bu yazımızda panik bozukluğun ne olduğundan, belirtilerinden ve baş etme yollarından söz edeceğiz.

Panik Bozukluk Nedir?

Panik bozukluk, beklenmedik ve tekrarlayan panik ataklarla karakterize olan bir bozukluktur. Panik atak, yoğun korku ve rahatsızlık hissiyle başlar ve çok kısa sürede belirtiler yoğunlaşarak doruk noktasına ulaşır. Bu durumu deneyimleyen kişilerin kalp krizi geçirdiklerini, bayılacaklarını, öleceklerini ya da kontrolü kaybedeceklerini düşündükleri sıklıkla görülür. Atak geçtikten sonra kişi kendini yorgun, tükenmiş ve korkmuş hissedebilir. Ancak atağın geçmiş olması ne yazık ki kişinin kendini iyi hissetmesi için yeterli değildir. Panik bozuklukta kişinin yaşamını en çok etkileyen noktalardan biri benzer atakların tekrarlayacağı korkusudur. Sırf bu yüzden kişiler bir süre sonra sosyalleşmekten, panik ataklarını tetikleyebileceğini düşündükleri ortamlardan ya da yalnız dışarı çıkmaktan kaçınabilirler. Bu kaçınma davranışları, zamanla kişinin sosyal hayatını ve günlük işlevselliğini ciddi şekilde etkileyebilir.

Panik Bozukluğun Belirtileri Nelerdir?

  • Tekrarlayan ve beklenmedik panik atakların varlığı
    • Çarpıntı, kalp atışlarında hızlanma
    • Terleme veya titreme
    • Nefes darlığı, boğulma hissi
    • Baş dönmesi, bayılacakmış gibi hissetme
    • Göğüs ağrısı veya sıkışma hissi
    • Mide bulantısı veya karın ağrısı
    • Gerçek dışı hissetme (derealizasyon) veya kendinden kopma hissi (depersonalizasyon)
    • Kontrolü kaybetme ya da “delirme” korkusu
    • Ölüm korkusu
  • Başka panik atakların olacağına dair yoğun korku hissetme
  • Panik atak geçirmekten duyulan kaygı nedeniyle işlevselliği bozacak şekilde kaçınma davranışları geliştirme (ör. Sosyal ortamlardan kaçınma vb.)

Panik ataklar sırasında bu belirtilerin birkaçı görülebilir ancak hepsi aynı anda görülmek zorunda değildir.

Panik Bozukluğun Sebepleri Nelerdir?

Panik bozukluğun kesin nedeni bilinmemekle birlikte, biyolojik, psikolojik ve çevresel faktörlerin bir kombinasyonu sonucu ortaya çıktığı düşünülmektedir:

  • Beyindeki düzensizlikler: Yapılan araştırmalarda, panik bozukluğu deneyimleyen bireylerde, beyindeki korku ve tehlikeyi algılayıp tepki veren sistemin aşırı duyarlı hale geldiği görülmüştür. Bu nedenle, zaman zaman beynimiz ortada bir tehdit olmamasına rağmen bedeni savaşmaya ya da kaçmaya hazırlayan sistemi aktive edebilir.
  • Genetik Faktörler: Ailenizde panik bozukluk öyküsü olan bir yakınınız varsa, bu sizin de panik bozukluk geçirme olasılığınızı artırır.
  • Biyolojik Faktörler: Bazı hormonal değişikliklerin ve serotonin, GABA ve dopamin gibi nörotransmiterlerin beyindeki dengelerinde meydana gelen bozulmaların panik bozuklukla ilişkili olduğu düşünülmektedir.
  • Travma ve Stres: Çocukluk çağında yaşanan ihmal ve istismarlar, diğer travmatik olaylar ya da deneyimlenen yoğun stres panik bozukluk görülme olasılığını artırmaktadır.
  • Psikolojik Faktörler: Bedensel duyumlara karşı yüksek hassasiyete sahip olmak, kaygı duyarlılığının fazla olması ve bireyin bedeni ile ilgili kontrol algısının düşük olması panik bozukluğun görülme ihtimalini artıran psikolojik etmenler arasındadır.

Panik Bozuklukla Baş Etmek İçin Neler Yapılabilir?

Panik bozukluk, deneyimleyen kişilerin yaşamlarını ciddi boyutlarda zorlayabilir. Ancak bu, üstesinden gelinmeyecek bir bozukluk olduğu anlamına gelmez. Doğru teknikler, kararlılık ve sabırla panik ataklar ve bunların neden olduğu kaygılarla baş edilebilir.

  • Psikoterapi ve İlaç Desteği: Panik atakların sıklığını ve şiddetini azaltmada etkili yollardandır.
  • Tetikleyicileri Belirlemek: Psikoterapide de üzerinde durulacak noktalardandır. Eğer panik atakları tetikleyen koşulları tespit edebilirseniz bu, ileride bir atak başlamadan kontrolü elinize almanıza yardımcı olur.
  • Beden ile ilgili farkındalığı artırmak: Bedensel tepkileri tanımak, olumsuz düşünceleri daha rasyonel olanlar ile değiştirmek ve bedenimiz üzerinde kontrolümüzün olabileceğini fark etmek panik atakların azalmasına yardımcı olacaktır.
  • Nefes Egzersizleri: Atak sırasında diyaframdan 4’e kadar sayarak yavaş ve derin nefes alıp 7 saniye tutup sonrasında 8’e kadar sayarak nefesi yavaşça bırakmak panik hissini yatıştırabilir.
  • Düşünceleri Yeniden Çerçeveleme: Atak sırasında kendinize güvende olduğunuzu, bunun bir panik atak olduğunu ve geçeceğini, panik atakların bayılmaya, kalp krizine neden olmadığını hatırlatarak kendinizi sakinleştirebilirsiniz.
  • Bedensel Rahatlama: Atak sırasında uygulayacağınız kas gevşetme ve bilinçli farkındalık (mindfulness) egzersizleri atakların etkisini azaltmada etkili olacaktır. Atak geçirmediğiniz dönemlerde de kas gevşetme egzersizlerini sık sık yapmanız bedeninizin var olan gerginliğini atmasına yardımcı olur. Bu da bedeniniz artık gevşediğinden bedeninizde gerçekleşen değişimleri kaygı, panik belirtisi olarak yorumlama olasılığınızı azaltır. Ayrıca, atak sırasında başvurabileceğiniz mindfulness egzersizlerini atak geçirmediğiniz dönemlerde sıklıkla yapmanız odaklanma becerinizi geliştirerek atak anında daha kolay bir şekilde odağınızı belirli bir noktaya yönlendirmenize yardımcı olur.
  • Yaşam Tarzı Değişiklikleri: Kafein ve alkol tüketimini azaltmak, yeterli uyku uyumak, düzenli bedensel egzersizlerin yanında uygulanacak mindfulness ve kas gevşetme egzersizleri panik bozukluk belirtilerini azaltacaktır.

Panik bozukluk, sosyal içe çekilmeye, yalnız başına dışarı çıkamamaya ve birden fazla ortamdan ya da durumdan kaçınmaya sebep olarak zamanla kişinin işlevselliğini önemli ölçüde yitirmesine neden olan bir bozukluğa dönüşebilir. Ancak sebeplerinin ve öncüllerinin anlaşılmasıyla, farkındalıkla ve uygulanacak doğru tekniklerle panik bozukluk yönetilebilir bir rahatsızlıktır. Zamanla bir kısırdöngüye sebep olan panik bozuklukla baş edebilmek için bir uzmandan yardım almak kendiniz için atabileceğiniz önemli bir adımdır.

Psikolog Dr. Emine İnan

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Psikoterapiye başlama kararı birçok kişi için hem heyecan verici hem de kaygı uyandırıcı bir deneyim olabilir. Bu nedenle genellikle psikoterapiye başlamak çok kolay verilebilen bir karar değildir. Bu süreçte kişilerin aklına “Terapiye gerçekten ihtiyacım var mı?” ya da “Terapiye gitmeli miyim?” gibi sorular gelebilmektedir. Bu yazımızda psikoterapinin ne olduğu, psikoterapiden ve psikoterapi ilk seansından ne beklemeniz gerektiği ile ilgili bilgilere değinilecektir.

Psikoterapiye başlamalı mıyım?

Bu soruya verilecek ilk cevap şudur: Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir. Psikoterapiye başlamak için illa ki belirli belirtilere sahip olmanız gerekmemektedir. Hiçbir psikolojik sıkıntınız olmasa bile sadece kendinizi daha iyi tanımak ve anlamak, zorluklarla baş etme becerinizi geliştirmek ve psikolojik gücünüzü artırmak için de psikoterapist desteği alabilirsiniz. Ancak, popüler kültürde karşılaşılan “Herkesin bir psikoterapisti olmalı.” gibi söylemlerin çok da doğru olmayabileceği unutulmamalıdır. Dileyen herkes psikoterapiye başlayabilir ama herkes psikoterapi almak durumunda değildir. Bunun dışında ise, kendinizi uzun süredir her zamankinden daha üzgün, mutsuz, öfkeli ya da kaygılı hissediyor ve bununla baş edemediğinizi düşünüyorsanız, ilişkilerinizde hep benzer ve size iyi gelmeyen örüntüler fark ediyorsanız, kendinizi çok yorgun hissediyor ve bir şeyler yapmak için eskisi gibi motive olamıyorsanız, yaşadığınız psikolojik sıkıntılar ilişkilerinizde, iş ve okul yaşamınızda, kişisel bakımınızda düşüşe neden olduysa bir uzmandan yardım almanız sizin için oldukça faydalı olacaktır.

Psikoterapiden ne beklemeliyim?

Psikoterapi, kişilerin kendilerini duyguları, düşünceleri, davranışları açısından daha iyi tanımalarına, problem çözme becerilerini geliştirmelerine ve yaşamlarında olumlu değişimler yapmalarına yardımcı olan profesyonel bir destek sürecidir. Psikoterapiden ne beklemeliyim sorusunu yanıtlarken “Psikoterapiden ne beklememelisiniz?” sorusuna yanıt vermek gereklidir. Psikoterapiden sihirli bir değnek beklememelisiniz. “Psikoterapistiniz size bazı bilgiler verecek ve siz bunu duyduğunuzda ya da uyguladığınızda yaşadığınız problem birden birde ortadan kalkacak” şeklinde bir senaryo psikoterapi için gerçekçi değildir. Psikoterapi hızlı çözümler ve anında bir iyileşme sunmaz.

Bir diğer önemli konu tavsiyeler ile ilgilidir. Psikoterapistiniz sizin adınıza karar vermez, tavsiyeler sunmaz ve problemlerinizi çözmez. Psikoterapistiniz size hiçbir zaman “Partnerinizden ayrılmalısınız.” ya da “İşinizi değiştirmelisiniz.” şeklinde tavsiyeler vermez. Ancak, bu kararlara varmanız gerekiyorsa, sizin yanınızda olarak, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı daha iyi anlamanız konusunda sizi teşvik eder, seçeneklerin sonuçlarını görmeniz ve değerlendirebilmeniz için esnek düşünme yollarını öğretir ve sonuç olarak kendi kararınızı vermeniz konusunda sizi destekler.

Psikoterapiye başladığınızda her seanstan “rahatlamış, mutlu, huzurlu” çıkmanız çok gerçekçi değildir. Psikoterapi süreci bazen oldukça zorludur. Çünkü, kendinizle ilgili daha önce fark etmediğiniz yönleriniz ile yüzleşmek, derin duygusal konuları keşfetmek, değişim için her zamankinden farklı adımlar atmak çoğunlukla zorlayıcıdır. Ancak bu zorluk, ardından gelecek olan büyüme ve iyileşme için son derece gereklidir.

Psikoterapi sürecinde terapistiniz sizi yargılamaz ya da eleştirmez. Anlattığınız her şey sizi daha iyi tanımak, zorlandığınız noktalara ışık tutmak ve gelişmeyi ve iyileşmeyi sağlamak için kullanılır.

Peki, psikoterapiden neler beklemeliyim? Öncelikli olarak psikoterapinin bir süreç olduğunu, bu süreçte psikoterapistiniz ile kurduğunuz güvenli ve yargılanmadığınız bir ilişki içerisinde kendinizi derinlemesine anlamak üzerine çalışacağınızı akılda bulundurabilirsiniz. Terapide, psikoterapistinizin ekolüne göre farklılaşmakla birlikte duygularınız, düşünceleriniz, davranışlarınız, düşüncelerinizin altında yatan şemalarınız, ilişkilerinizdeki kalıplar ve dinamikler, geçmiş yaşantılarınızın tüm bunlar üzerindeki etkileri gibi konuları keşfederek kendinizle ilgili içgörünüzü arttırırsınız. Bu farkındalıklar ile birlikte sizi psikoterapiye getiren problemlerinizin nereden kaynaklandığı aydınlanacaktır. Bu noktada, psikoterapistiniz sahip olduğu eğitimin getirdiği yöntem ve uygulamalar ile problemlerinizi çözme konusunda size destek olacaktır.

Psikoterapide gelişimin her zaman doğrusal olarak ilerlemediği ya da sürecin herkes için tıpa tıp aynı ilerlemediği akılda bulundurulmalıdır. Psikoterapi sürecinde kendinizi keşfetmek için motivasyona ve farkındalıklara erişimin ardından sorumluluk almaya ihtiyacınız olduğunu ve değişim için aksiyon almanız gerektiğini unutmamalısınız.

İyi bir psikoterapi süreci sonunda, kendinizi ve ihtiyaçlarınızı derinlemesine tanıdığınız, problemler ile baş etme kapasitenizin geliştiği, kendinizi iyi ve geliştirebilir yanlarınız ile kabul ettiğiniz, sınırlarınızı fark ettiğiniz ve koruyabildiğiniz, esnekliğinizi ve psikolojik dayanıklılığınızı arttırdığınız bir hal ile psikoterapiden ayrılırsınız.

Psikoterapi ne kadar sürer?

Bu soruya verilebilecek net bir yanıt yoktur. Sorunun doğasına ve çalışılan psikoterapi yaklaşımına göre süreler farklılaşmaktadır. Örneğin, psikanalitik terapi, bilişsel davranışçı terapiye göre çok daha uzun süreler devam etmektedir. Sınav kaygısı üzerine çalışmak, kalıplaşmış ilişki problemleri ya da travmatik deneyimler ile çalışmaktan çok daha kısa sürmektedir. Bununla birlikte pek çok danışan 8-10 seans gibi sürelerde belirgin değişimler görmeye başlamaktadır. Ancak, tam ve kapsamlı bir gelişim genellikle 1-2 yıl ya da daha uzun bir süre alabilmektedir. Bu noktada, psikoterapinin ne kadar süreceğine verilebilecek en net cevap, bu sürenin kişinin değişim ve gelişim için ne kadar kaynak ayırmak ve emek vermek isteyeceği ve yaşadığı problemden ne kadar rahatsız olduğu ile ilişkili olduğudur.

İlk seansta neler beklemeliyim?

Psikoterapinin ilk seansı sizi ve psikoterapisti tanıştıran ilk adımdır. İlk seans sizi tanımak üzerine şekillenecektir. Danışanı tanıma tabi ki yalnızca bir seans ile sınırlanabilecek bir şey değildir. Ancak ilk seansın tamamı bunun üzerine yapılandırılır. “Sizi psikoterapiye başvurmaya yönlendiren ana etmen nedir?, “Psikoterapiden beklentileriniz nelerdir?” gibi konuların tümü ilk seansta ele alınır. Seansta sizi psikoterapiye yönlendiren nedenlerin detaylı bir şekilde ele alınmasının yanı sıra sizi tanıma üzerine de sorular sorulacaktır. Psikoterapi ekolünün ve başvuru yaptığınız problemin doğasına göre değişmek ile birlikte genellikle aile geçmişiniz, ilişkileriniz, iş ve okul yaşantınız, yaşamınızdaki önemli olaylar, şu anki duygu durumunuz ile ilgili bilgiler genellikle ilk seansta alınır. Bu paylaşım kendinizi ne kadar rahat hissederseniz o derinlikte olabilir. İlk seanstan tüm detayları vermek isteyebilirsiniz ya da istemeyebilir ve daha rahatladıkça ileriki seanslarda detaylandırabilirsiniz.

İlk seansta üzerinde durulacak bir diğer konu psikoterapi hedeflerinizdir. “Psikoterapiden beklentileriniz neler?”, “Psikoterapi süreci sonlandığında nelerin şu andan farklı olmasını istiyorsunuz?” gibi sorular üzerinde durulabilir. Eğer hedefleriniz psikoterapinin yapısı ile ya da psikoterapistinizin ekolü ile uyumlu değil ise psikoterapist sizi hedefleriniz ile daha uyumlu bir uzmana ya da kaynağa yönlendirebilir ya da psikoterapinin ve kendi ekolünün hedeflerini sizinle paylaşır ve siz bunu uygun bulursanız birlikte psikoterapi sürecine başlama kararı verebilirsiniz.

Psikoterapiye başvurma nedeniniz ve sizi tanıma kısımlarının dışında psikoterapistiniz sizi psikoterapinin kuralları ve özellikleri ile ilgili bilgilendirecektir. Seanslarda sizden neler beklediği, ne sıklıkta görüşeceğiniz, terapinin gizlilik sınırları gibi konularda sözlü ya da yazılı olarak bilgilendirme ilk seansta gerçekleşir.

Tüm bunların ötesinde temelde, ilk seans güvenli ilişki kurmanın başlangıcıdır. Psikoterapi süreci, danışan ile psikoterapist arasındaki ilişki ne kadar sağlam ve sağlıklı kurulursa o kadar olumlu ilerleyecektir ve ilk seans bu sürecin başlangıcını temsil eder. Kendinizi bir yabancıya açmak zorlayıcı görünebilir, ancak bu süreç zamanla daha kolay ve doğal hale gelecektir. İlk seans bu zorlanmayı aşmak için bir adımdır. Zamanla psikoterapistiniz ile aranızdaki ilişki güçlenecek, kendinizi daha rahat hissedecek ve aldığınız faydanın arttığını fark edeceksiniz.

Eğer psikoterapiye başlamayı düşünüyorsanız, bu, kendiniz için atacağınız en anlamlı adımlardan biri olabilir.

Psikolog Dr. Derya Gürcan Yıldırım

Yeni Yıl Hediyesi Öz Şefkat

Bu yıl kendinize yeni yıl hediyesi olarak öz şefkat sunmaya ne dersiniz? Yeni yıl yaklaşırken bitirmek üzere olduğumuz yılın değerlendirmesi yapılıyor. “Geçen yılbaşında da spor yapacağım diye karar almıştım. Yine yapamadım. Bu yıl kesin her gün yürüyeceğim.”, “Hani bu yıl sağlıklı besleneceğim diye kendime söz vermiştim! Yine vazgeçemedim şekerli içeceklerden, tatlılardan, glütenden.”, “Ufak ufak da olsa birikim yapmayı planlamıştım. Bırak birikim yapmayı, bir de üstüne borçlandım.”, “Yine az kitap okudum. Bu yıl daha çok kitap okuyacağım.” Liste uzayıp gider. Hepsinin ortak özelliğini fark ettiniz mi? Hepsinde eleştiri var. Bir de üstüne bu yıl yapamadığımızı önümüzdeki yıl yapmak üzere kendimize daha fazla yükleniyoruz. Tanıdık geldi mi bu durum? Ne yazık ki kendimiz için yaptığımız bu olumsuz değerlendirmeler bize hiç iyi gelmiyor. Öz saygımızı, kendimize olan inancımızı, umudumuzu zedeliyor. Peki, ne yapacağız? Bu noktada sizi öz şefkatle tanıştırmak istiyorum.

Pek çoğunuz öz şefkati duymuşsunuzdur. Ancak anlam olarak neye karşılık geldiğiyle ilgili karışıklıklar olabilir. Bazı insanlar öz şefkatin kendini sevmek, kendine iyi davranmak, kendini pohpohlamak, kendine acımak gibi anlamlara karşılık geldiğini düşünebilir. O nedenle önce kavram olarak şefkat ve öz şefkati tanıtacağım. Şefkat ve öz şefkatin kökeni Budizm’e dayanmaktadır. Şefkat acının varlığında ortaya çıkar ve şahit olunan bu acıyı dindirme isteği uyandırır. Yani, birine durduk yere sarılıp sevgi göstermeniz şefkat değildir. Şefkat diyebilmemiz için o kişinin çektiği acıya şahit olmamız ve bunu dindirme isteği duymamız gerekiyor. Öz şefkat ise aynı şekilde sadece kendimizi sevmek değildir. Kendi acımızı olduğu haliyle görmek ve bunu dindirmek için adım atmaktır. Bu bağlamda öz şefkat üç bileşenden oluşmaktadır: kendi acımızı olduğu haliyle görebilmek için farkındalık, acı çekme deneyiminde yalnız olmadığımızı, bizim gibi diğerlerinin de acı çektiğini hatırlamamız için ortak insanlık duygusu ve kendimize ihtiyacımız olanı verebilmemiz için öz nezaket.

Peki, neden sürekli eleştirerek kendimizi ızdırabın içine çekiyoruz? Kendini eleştirmeyi, yüksek standartlar belirlemeyi pek çok insan kendini korumanın bir yolu olarak görür. Yetiştirilirken öyle öğrenmiş olabilirsiniz. “Hata yaparsanız eleştirilirsiniz.”, “Hata yaparsanız sevilmezsiniz.”, “En iyisi olmazsa bir şeyi yapmış olmanın ne anlamı var ki!” Bu bağlantıları kurarak büyümüş bir çocuk için o iç ses sürekli kendisini tetikte tutan bir uyarıcı görevi görür. Bu nedenle çoğu insan eleştirel iç sesinden rahatsız olsa da bunun kendisini koruduğunu düşünerek ondan vazgeçemeyeceğini söyler. Tüm yükü de ebeveynlere yüklemeyelim. Bazen de yaşanan travmatik olaylar sonucu kişi sorumluluk hissedebilir. Bu tarz durumlarda “Daha dikkatli olsaydım böyle olmazdı.”, “ Bunu akıl etseydim başıma bu gelmezdi.”, “Her detayı düşünmediğim için bunlar yaşandı.” gibi inançlar gelişebilir. Bireyler tekrar kötü bir deneyim yaşamamak için her şeyi kontrol edip mükemmel yapmaya çalışır. Tabii bu durum da yine kendilerinde ızdırap yaratır. Bir de elbette sosyal medya etkisi var. Bildiğiniz gibi sosyal medyada herkes yediğini, içtiğini, gezdiğini, giydiğini, nasıl eğlendiğini, nasıl yeni başarılara imza attığını, her şeyin nasıl da mükemmel olduğunu paylaşıyor. Bunlara şahit olan insanlarda bu paylaşımlar “Vay bee, millet ne hayatlar yaşıyor!” algısı yaratabiliyor. Kim bilir o başarıları elde edebilmek için kaç gece uykusuz kaldı, o tatile gittiği ya da o çantayı aldığı için ne kadar süre borç ödeyecek! Arka planını hiç bilmiyoruz ama bize yansıtılan kısım mükemmel göründüğü için sanki biz de öyle olmalıymışız gibi bir algı oluşuyor ve bu durum eleştirel iç sesi besliyor.

İşe yarıyor mu bu eleştiriler diye hiç düşündünüz mü? Danışanlarımdan sık duyduğum bir ifadedir: “İç sesim beni eleştirdiği için bu kadar çalışıyorum. Başarımı ona borçluyum.” Sürekli olarak size “Hadi bak şu an zaman kaybediyorsun, burada oturmak yerine 2 sayfa daha okuyup çalışabilirdin. Burada keyif çattığın için sınavda başarısız olacaksın/yarınki toplantıya raporları yetiştiremeyeceksin.” diyen birinin verdiği motivasyon ne kadar etkili olabilir? Burada işe yarayan tek şey korku. İç sesinizin dediklerini yapmadığınız durumda karşılaşabileceklerinizden kaçınmak için iç sesinizi dinliyorsunuz. Ancak ne yazık ki, biraz zorlandığınızda bu durum kaygınızı tetikleyip sizin normalde gösterebileceğiniz performansın daha altında bir performans göstermenize sebep olabilir. Bu durum zaman içerisinde kendinize olan güveninizi düşürebilir ve benlik değerinize zarar verebilir. En ufak bir başarısızlık veya beklenenin altında bir performans, eleştirel iç sesi haklı çıkarıp desteklediği için bir sonraki görevde onun sesinin daha çok çıkmasına, dolayısıyla sizin daha fazla kaygılanmanıza sebep olabilir. Görüldüğü gibi eleştirel iç sesinize borçlu olduğunuz şey başarınız değil, kaygınız, düşük benlik değeriniz ve öz güveniniz. Şimdiye kadar elde ettiğiniz başarıları ise eleştirel iç sese rağmen işlevselliğini sürdürebilmiş olan kendinize borçlusunuz.

O zaman gelelim öz şefkate. Derslerde öz şefkatin yararlarını anlatmaya başlamadan önce öğrencilerimle öz şefkate karşı tutumları hakkında konuşurduk. “Hocam, öz şefkatim çok yüksek olursa ben yataktan çıkıp okula gelemeyeceğim için okulu bitiremezdim.” diyen bir öğrencim olmuştu. O zaman da Öz Şefkatli Farkındalık Programı’nın geliştiricileri Germer ve Neff’in verdiği örneği paylaşmıştım. Bir anne çocuğunun mutlu olmasını ister ve dondurma yemesine izin verir. Ama istediği kadar ya da sürekli dondurma yemesine izin vermesi çocuğun sağlığını bozacağı için şefkatli bir anne dondurma tüketimini sınırlayıp sebzelerini de yemesini ister. Bu durum çocuğun aşırı dondurma tüketimine bağlı olarak uzun ya da kısa vadede yaşayabileceği sağlık sorunlarının da önüne geçmiş olur. Yani, yataktan çıkmayıp okula gelemediği için mezun olamayan bir öğrenci için bu durum daha fazla ızdıraba neden olacağından öz şefkat o öğrencinin yataktan kalkıp belki uzun bir yol gidip yine de okula ulaşmasını sağlayacaktır. Öz şefkat bizi tembelleştirmez. Aksine iyiliğimize olan durumlar için bizi harekete geçirir. Bir diğer yanlış varsayım hata yaptığımız zamanlarla ilgili. Hata yaptığımızda öz şefkatimiz daha yüksek diye “Amaan, olur öyle.” demeyiz. Çünkü öz şefkat hatalarımızın sorumluluğunu almamız için de bize güvenli bir alan sağlar. O noktada yapılması gereken bir şey varsa bizi buna yönelik motive eder. Eleştirel iç sese dönecek olursak, az önce de belirttiğim gibi sert eleştiri korkuyu da beraberinde getirir ve özgüvenimizi zedeler. Ancak öz şefkatimiz yüksek olduğunda kendimize değer verdiğimiz için motive oluruz, çünkü tam potansiyelimize ulaşmak isteriz. Her iki durumda da standartlar yüksek, değil mi? Ama öz şefkatin yüksek olduğu durumda başarısız olsak da kendimizi cezalandırmayız, sözlerimizle dövmeyiz. Potansiyelimizin zaten farkında olduğumuz için başarısızlık durumunda tekrar çabalamaya devam ederiz. Öz şefkatin hataya da yer açtığını belirtmiştim. Öz şefkati yüksek insanlar hata yapmaktan o kadar da korkmadıkları için denemekten de korkmazlar. Dolayısıyla başarıya ulaşma olasılıkları da artar.

Hala eleştirel iç sesin çok gerekli olduğunu düşünüyor musunuz? Tabii ki denemeden bilemezsiniz. Bunun için günlük hayatınıza adapte edebileceğiniz küçük iki önerim olacak. Öncelikle eleştirel iç sesin konuşmaya başladığını fark ettiğiniz an onu durdurun. “Benim iyiliğimi düşündüğünü biliyorum. Ama bu tavrın bana iyi gelmiyor ve beni daha çok strese sokuyor.” deyip sizin yerinizde çok sevdiğiniz bir arkadaşınız olsa, ona nasıl tepki verirdiniz diye kendinize sorun ve kendinize bu tavırla yaklaşmayı deneyin. İkinci önerim de şefkat günlüğü. Her gün sizi zorlayan olayları not alın ve fırsatınız olduğunda detaylı olarak olayları öz şefkatin üç bileşenine odaklanarak yazın. Farkındalık aşamasında yapmanız gereken olanı olduğu gibi yazmak, küçümsemeden ya da abartmadan, olduğu haliyle. Bitirmekte olduğumuz yılın değerlendirmelerine bir örnek verecek olursak, bir kişi farkındalık aşaması için şunları yazabilir: “Bu yılın başında daha sağlıklı besleneceğime, bedenime daha iyi bakacağıma dair kendime söz vermiştim ama sözümü tutamadım. Hala şekerli yiyecekler, içecekler tüketiyorum, glütenden vazgeçemiyorum. İradesiz olduğumu düşündüğüm için kendimden utanıyorum.” Ortak insanlık duygusu aşamasında yapmamız gereken kendimize bizim de insan olduğumuzu hatırlatmak. Bu aşamada durumun sebeplerini, nasıl bu istemediğimiz davranışı sürdürdüğümüzü de yazabiliriz. “İnsanların birçoğu, zaman zaman aldığı kararları uygulayamayabilir. Bu çok insani bir durum. Karar alırken nelerle karşılaşacağımızı bilmeden karar alıyoruz. Hayat bazen bize sürprizler sunabiliyor. Bu yıl da benim için çok zor bir yıldı. Sevgilimden ayrıldım/büyükannemi kaybettim/iş değiştirdim/yeni bir şehre-ülkeye taşındım. Bu çok stresli bir deneyimdi. Beslenme düzenini değiştirmek kolay bir şey değil. Çoğu zaman bu kadar üzüntü ve stresin arasında bir de ne yemek yiyeceğimi düşünmek istemedim, buna hiç gücüm yoktu. Koşullarım daha farklı olsaydı belki hedefime ulaşabilirdim.” Son olarak, öz nezaket aşamasında tıpkı bizim yerimizde olan bir arkadaşımıza yaklaşacağımız şekilde kendimizle konuşmaya devam ediyoruz: “Olabilir, bu yıl beslenme düzenini değiştirme konusunda başarısız olmuş olabilirsin. Bu dünyanın sonu değil. Kolay şeyler yaşamadın. Şimdi önünde yeni bir yıl var. Bu yıl elinden geldiğince bu konuda adım atabilirsin. Belki köklü değişiklikler yerine daha ufak adımlarla başlayabilirsin. Birden şekeri kesmek yerine önce şekerli içecekleri kesmeyi deneyebilirsin. Attığın küçük adımlarda başarılı olduğunu görmek seni diğer aşamalar için motive edecektir.”

Biten yılın muhasebesini yaparken kendinize böyle bir yerden, şefkatle yaklaşmayı deneyin ve yeni yıl için hedeflerinizi belirlerken de şefkatli olun. Ulaşılabilir, göz korkutmayan hedefler olmasına dikkat edin. Belki bu yılki hedefleriniz arasına öz şefkatinizi geliştirmeyi de ekleyebilirsiniz. Öz şefkatiniz geliştikçe kendinize daha iyi davranmaya başlayacaksınız ve göreceksiniz ki değişim ilişkilerinize de olumlu bir şekilde yansıyacak. Unutmayın, başarısız olmanız ya da hata yapmanız sizin kötü biri olduğunuzu değil, insan olduğunuzu gösterir.

Şefkatle,

Psikolog Dr. Emine İnan

Utanç ve Suçluluğa Dair

Suçluluk ve utanç, sıklıkla birbiri ile karıştırılan, kabullenilmesi zor olan duygulardandır. Deneyimlemesi güç olduğu için genelde bu duyguları tetikleyecek durumlara kendimizi düşürmemek için gayret ederiz. Bu gayret, içinde bulunduğumuz toplum ve yer aldığımız gruplarda kurallara uyma ve bizden beklenenleri uygun şekilde yerine getirmemiz yönünde bizi motive eder. Her iki duygunun da tetikleyicisi genellikle hatalı ya da yanlış olarak değerlendirilen bir davranıştır. Aynı durum karşısında bazı insanlar suçluluk hissederken bazıları utanç hissetmektedirler. Peki, farklı olan ne?
Önceleri araştırmacılar bu iki duygunun ortaya çıktığı durum ya da koşulların farklılaşıp farklılaşmadığını ortaya koymak amacı ile araştırmalar yürütmüşlerdir. Ancak sonuçlar aynı koşul ve durumda hem utanç hem suçluluk hisseden insanların olduğunu göstermiştir. Dolayısıyla araştırmacılar, suçluluk ve utancı durum ve koşullara göre ayrıştıramamışlardır. Daha sonra yapılan çalışmalar, insanların yaptıkları bir hatayı neye bağladıklarına göre hissettikleri duygunun değiştiğini göstermiştir. Kişi olayları dış koşullara bağlıyorsa, suçluluk ya da utanç hissetmeyecektir. Ancak kendisini sorumlu tutuyorsa ve bu hatayı kendi “problemli, eksik, kusurlu” gördüğü benliği sebebiyle yaptığına inanıyorsa bu durumda kişi utanç hissediyor. Yani, yapılan araştırmalara göre utanç duygusu kişinin benliğini nasıl değerlendirdiğiyle ilişkili olarak ortaya çıkan bir duygu. Eğer ki kişi yaptığı hatayı tek seferlik ve benliğinden bağımsız olarak değerlendiriyorsa bu durumda hissedilen duygu suçluluk oluyor.


Neden önemli bu duyguları ayırt etmek? Çünkü ayırt ettiğimizde kendimizi ya da çevremizdeki diğer insanları daha iyi anlayabileceğiz. Bazı davranışları neden yaptığımıza anlam vermek daha kolay olacak ve eğer değiştirmek istediğimiz bir durum ya da kırmak istediğimiz bir döngü varsa işe buradan başlayabileceğiz. Çünkü her hissedilen duygu bizde bir davranışı tetikler. Buna eylem yönelimi adı verilir. Utanç hissedildiğinde kişi genelde kaçma, kaçınma, uzaklaşma, saklanma eğiliminde olur. Çünkü bu kişi içten içe benliğinin kusurlu olduğuna inanır ve diğer insanların bu kusurlu benliğine şahit olmasını istemez. Öte yandan, suçlulukta kişi problemi çözmeye, hatasını telafi etmeye, özür dilemeye çalışır. Çünkü o durumda kusurlu olan davranıştır ve telafi edildiğinde sorun ortadan kalkar. Örnek vermek gerekirse, sınavdan başarısız olmuş bir öğrenciyi ele alalım. Sınav başarısızlığının ardından öğrenci “Ben başarısızım, zekâm bunları anlamak için yeterli değil” şeklinde değerlendirmeler yaparsa, bu öğrencinin hissedeceği duygu utanç olacaktır ve girmek isteyeceği davranış belki hiçbir zaman ders çalışmamak, belki okulu bırakmak olacaktır. Ancak eğer öğrenci “Bu sınava yeterince iyi çalışmadım” şeklinde bir değerlendirme yaparsa, yani kendi benliğini değil, duruma özgü özellikleri değerlendirirse, yöneleceği davranış bir sonraki sınav için daha fazla çalışmak olacaktır.


Tabii ki kişiler yalnızca suçluluk ya da yalnızca utanç deneyimlemezler. Bazı kişiler her iki duyguyu da birlikte deneyimleyebilirler. Bazıları da ikisini de deneyimlemez. Peki, bu gibi durumlarda kişiler ne gibi davranışlarda bulunur? Bunları anlayabilmek için yürüttüğümüz bir çalışmada katılımcıları suçluluk ve utanca yatkınlığı ölçen bir ölçekten aldıkları puanlara göre 4 gruba ayırdık: suçluluğa yatkın olanlar, utanca yatkın olanlar, hem suçluluğa hem utanca yatkın olanlar ve iki duyguya da yatkın olmayanlar. Katılımcıların yatkın oldukları duyguyu tetikleyebilmek için kendilerine suçlandıkları bir senaryo verildi. Sonrasında verecekleri tepkilerle ilgili olan açık uçlu sorulara yanıt vermeleri istendi. Sonuçlar görünür şekilde grupların birbirinden farklılaştığını gösterdi.
İlk olarak her iki duyguya da yatkın olmayan grupla başlayalım. Diğer gruplarla karşılaştırıldığında bu grubun daha tepkisel ve öfkeli cevaplar verdiği görüldü. Bu sonuç, yukarıda söz edilen utanç ve suçluluğun bizleri uyumlu davranışlar sergileme yönünde motive etmesi durumuyla örtüşmektedir. Bu grupta yer alan kişiler bu duyguları hissetmeye pek yatkın olmadıklarından kolaylıkla diğerleri tarafından “asi” olarak değerlendirilebilecek tepkiler verebilmektedirler. Burada toplumumuzdaki “hiç utanması yok” ifadesi akla gelebilir. Bu kişiler, kendilerine yapılan haksızlık karşısında boyun eğmeden seslerini çıkarabilmektedirler.


Utanca yatkın olan kişilerin cevaplarının çok sınırlı olduğu gözlendi. Olası en az kelimeyle tüm soruları yanıtlamaları bu kişilerin yazılı olarak soru cevaplarken bile kendilerini saklama eğiliminde olduklarını düşündürmüştür. Bu da utancın eylem yönelimiyle uyumlu bulunmuştur. Tepki olarak haksızlık karşısında kısa bir savunma yaptıkları, davranışsal olarak da uzaklaşmayı tercih ettikleri görülmüştür.


Suçluluğa yatkın bireyler kendilerine yapılan suçlamalar karşısında açıklamalar yapmıştır. Grup geneline bakıldığında da, diğer gruplarla karşılaştırıldığında, bu açıklamaların daha sakin açıklamalar olduğu görülmüştür. Suçluluk duygusunda problemli olarak değerlendirilen davranışın kendisi olduğundan, bu kişiler davranışa yönelik kendilerine göre yeterli açıklamayı yaptıklarında etkileşimi sonlandırmıştır.

Son grubumuz olan hem utanca hem suçluluğa yatkın kişilerin tepkilerine baktığımızda ise ilginç bir durum ortaya çıktı. Yalnızca utanca yatkın kişiler kendilerini ifade etmekten kaçıyordu. Yalnızca suçluluğa yatkın olanlar yeterli açıklama yapıp bırakıyorlardı. Ancak hem utanca hem suçluluğa yatkın kişilerin diğer gruplara göre belirgin şekilde çok daha fazla açıklama yaptıkları gözlemlendi. Adeta benliklerinin kusurlu olduğunu düşünmelerine suçluluğa yatkın yanları izin vermek istemiyor gibi uzun açıklamalar yapma gereği duymuşlardır. Açıklamalarının içeriği de tepkisel değil, sakin, sorun çözmek ister nitelikteydi.


Tüm bu bulgular birlikte değerlendirildiğinde suçluluk ve utanca yatkın olmayan kişilerin haksızlıklar karşısında daha fazla öfkelenip tepkisel davranabilecekleri, utanca yatkın kişilerin kısa açıklamalarla ortamdan uzaklaşmaya çalışabilecekleri, suçluluğa yatkın bireylerin de gerekli açıklamayı yapıp konuyu kapatma eğiliminde olabilecekleri söylenebilir. Her iki duyguya da yatkın kişilerin tepkilerine gelindiğinde ise şimdiye kadar yapılan çalışmalara farklı bir bakış açısı getirecek bir bulgu söz konusudur. Yapılan çalışmalar sorun çözme odaklı olduğu için hep suçluluğun işlevsel bir duygu olduğunu, utancın ise işlevselliği bozan bir duygu olduğunu, eğer iki duygu bir arada yer alıyorsa utancın baskın geldiğini ve suçluluğun olası olumlu etkilerini ortadan kaldırabileceğini dile getirmiştir. Ancak bizim çalışmamızda her iki duyguya da yatkın olmak suçluluğun işlevselliğini bozmamış, aksine utancın uyum bozucu etkilerini ortadan kaldırmış ve kişilerin kendilerini savunmalarına, açıklamalar yapmalarına olanak sağlamıştır. Bu açıdan bakıldığında utancın yanında suçluluğa da yatkın olmak uyum bozucu değil, işlevselliği artırıcı bir durum olarak değerlendirilebilir. Tabii ki bu bulguların farklı çalışmalarla da tekrarlanıp desteklenmesi önemlidir. Çalışmanın detaylarını incelemek ve makalenin tamamına ulaşmak isterseniz eğer aşağıdaki bağlantıyı kullanarak makaleyi indirebilirsiniz.
Peki, bu bilgilerle ne yapacağız? Öncelikle, haksızlık karşısında verdiğiniz tepkilerle utanç ve suçluluğa yatkınlık bağlamında nerede olduğunuzu tahmin edebilirsiniz. Hoşnut olduğunuz ya da olmadığınız bazı davranışlarınız, tepkileriniz varsa bunların bu duygularla ilişkisini değerlendirebilirsiniz ve değiştirmek istedikleriniz üzerine farkındalıkla eğilebilirsiniz. Bu konuda kendiniz çalışabileceğiniz gibi ihtiyaç duyduğunuzda bir uzmandan da psikoterapi desteği alabilirsiniz.

Klinik Psikolog Dr. Emine İnan – Ankara

Makalenin tamamını aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.

https://dergipark.org.tr/en/pub/ayna/issue/80169/1337616